
İslâm kelimesi, arabca (Nefsini teslim etmek, boyun eğmek, selâmete ulaşmak) ve aynı zamanda (sulh) mânalarına gelir. İmâm-ı a'zam, (Allahü teâlânın emirlerine teslim olmak ve boyun eğmek) diye tarif etmiştir.
Bir müslüman, herşeyden önce bedenen ve ruhen temizdir.
Evvelâ beden temizliğini anlatalım:
Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimde çeşidli yerlerde meâlen, (Temiz olanları severim!) buyuruyor. Müslümanlar, câmilere, evlere ayakkabı ile girmez. Halılar, döşemeler, tozsuz, temiz olur. Her müslümanın evinde hamamı vardır. Kendileri, çamaşırları, yemekleri hep temiz olur. Onun için, mikrob ve hastalık bulunmaz.
Fransızların dünyaya övündükleri Versay sarayında bir hamam yoktur.
Orta çağda, Pariste oturan bir Fransız, sabahleyin kalktığı zaman, evinde bir abdesthâne olmadığı için, oturağa yaptığı pislik ile içme suyu şişesini berâberinde Sen (Seine) nehrine götürür, o nehrden evvelâ içmek için su alır. Sonra pisliğini nehre dökerdi. Bu satırlar “İçme Suyu” (L'Eau Potable) adlı bir Fransız eserinden aynen alınmıştır. Kanûnî Sultan Süleymân zamanında İstanbula gelen bir Alman râhibi, tahmînen 967 [m. 1560] tarihinde yazdığı bir eserde: (Buradaki temizliğe hayrân oldum. Burada herkes günde beş defa yıkanır. Bütün dükkânlar tertemizdir. Sokaklarda pislik yoktur. Satıcıların elbiseleri üzerinde ufak bir leke bile bulunmaz. Ayrıca ismine (hamam) dedikleri ve içinde sıcak su bulunan binâlar vardır ki, buraya gelenler, bütün bedenlerini yıkarlar. Hâlbuki bizde insanlar pistir, yıkanmasını bilmezler) demektedir. Avrupada yıkanmak ancak asırlardan sonra müslümanlardan öğrenilmiştir.
Bugün ise, Müslüman diyârları denilen yerlerde seyâhat eden yabancılar, neşrettikleri kitaplarda: (Bir doğu memleketine gittiğimiz zaman evvelâ burnumuza bir kokmuş balık ve süprüntü kokusu geliyor. Her taraf pislik içindedir. Yerler tükürük ile doludur. Ötede beride toplanmış süprüntü ve ölmüş hayvan leşlerine rast gelinir. İnsan, böyle bir doğu memleketinden geçerken, iğreniyor ve müslümanların iddiâ ettikleri gibi temiz olmadıklarını anlıyor) demektedirler.
Bugün, İslâm devleti ismini taşıyan memleketlerde, îman bilgileri bozulduğu gibi, temizliğe de tam riâyet olunmamaktadır. Fakat bunda kabahat, İslâm dîninde değil, İslâm dîninin esasının temizlik olduğunu unutan kimselerdedir. Fakirlik, pis olmak için bir mâzeret teşkîl etmez. Bir insanın yere tükürmesinin, ortalığa pislik saçmasının para ile hiçbir ilgisi yoktur. Böyle pislik yapanlar, Allahın temizlik emrini unutan bedbahtlardır. Her müslüman, dînini iyi öğrense ve buna riâyet etmiş olsa, bu pislik hemen ortadan kalkar. O zaman, başka milletler, müslüman memleketleri ziyâret ettiklerinde, tıpkı orta çağdaki müslümanlarda olduğu gibi, temizliğine hayran kalırlar.
Hakîkî müslüman, hem temiz olur, hem de, sıhhatine çok dikkat eder. Bir zehir olan alkollü içkileri içmez. Çeşidli tehlikeleri ve zararları olduğu için men edilen domuz etini yimez. Livâta yapanlarda yeni keşf edilen (Aids) ismindeki sârî ve öldürücü hastalığın virüsünün, domuzlarda bulunduğu tesbît edilmiştir.
Peygamberimiz, tıb bilgisini çeşidli şekillerde medh buyurdu. Meselâ, (İlim ikidir:Beden bilgisi, din bilgisi). Yâni ilimler içinde en lüzûmlusu, ruhu koruyan din bilgisi ve bedeni koruyan sıhhat bilgisidir buyurarak, herşeyden önce, ruhun ve bedenin zindeliğine çalışmak lâzım geldiğini emretti. İslâmiyet, beden bilgisini, din bilgisinden önce öğrenmeyi emrediyor. Çünkü, bütün iyilikler, bedenin sağlam olması ile yapılabilir.
Bugün, bütün üniversitelerde okutuluyor ki, doktorluk iki kısmdır:Biri hijiyen, sıhhati korumak, ikincisi terapötik, hastaları iyi etmektir. Bunlardan birincisi önce gelmektedir. İnsanları hastalıklardan korumak, sağlam kalmağı sağlamak, tıbbın birinci vazîfesidir. Hasta insan, iyi edilse de, çok kere, ârızalı, çürük kalır. İşte islâmiyet, tabâbetin birinci vazîfesini, hijiyeni garanti etmiştir. (Mevâhib-i ledünniyye) ikinci kısmda, Kur'an-ı kerimin tıbbın iki kısmını da teşvîk buyurduğu, âyet-i kerimeler gösterilerek isbât edilmektedir.
Peygamberimiz, Rûm imparatoru Heraklius ile mektûblaşırdı. Birbirlerine elçi gönderirlerdi. Bir defa, Heraklius birçok hediye göndermişti. Bu hediyelerden biri de, bir doktor idi. Doktor gelince, (Efendim! İmparator hazretleri beni, size hizmet için gönderdi. Hastalarınıza bedâva bakacağım!) dedi. Resûlullah kabûl buyurdu. Emreyledi, bir ev verdiler. Hergün nefîs yiyecek, içecek götürdüler. Günler, aylar geçti. Hiç bir müslüman, doktora gelmedi. Doktor, utanıp gelerek, (Efendim! Buraya, size hizmet etmeye geldim. Bugüne kadar, bir hasta gelmedi. Boş oturdum, yiyip içtim, rahat ettim. Artık gideyim) diye izin isteyince, Peygamberimiz, (Sen bilirsin. Eğer daha kalırsan, misafire hizmet etmek, ona ikrâm etmek, müslümanların vazîfesidir. Gidersen de uğurlar olsun. Yalnız şunu bil ki, burada senelerce kalsan, sana kimse gelmez. Çünkü, Eshâbım hasta olmaz! İslâm dîni, hasta olmamak yolunu göstermiştir. Eshâbım temizliğe çok dikkat eder. Acıkmadıkça bir şey yimez ve sofradan, doymadan önce kalkar) buyurdu.
Bunu söylemekle müslüman hiç hasta olmaz demek istemiyoruz. Fakat sıhhatine ve temizliğe itina eden bir müslüman, sağlam kalır, kolay kolay hasta olmaz. Ölüm haktır. Hiç bir kimse ölümden kurtulamaz ve her hangi bir hastalık sonucu ölecektir. Fakat, o vakte kadar sıhhatini koruyabilmesi, ancak müslümanlıkta emredilen husûslara ve temizliğe riâyet sâyesinde olur.
Hıristiyanlığın en revaçta olduğu orta çağda, büyük tıb âlimleri, yalnız müslümanlardı ve Avrupalılar Endülüse tıb tahsîl etmeye gelirlerdi. Çiçek hastalığına karşı aşıyı bulanlar, müslüman Türklerdir. Türklerden bunu öğrenen Jenner, ancak 1211 [m. 1796] da bu aşıyı Avrupaya götürdü ve haksız olarak (Çiçek aşısını bulan kimse) ünvânını aldı. Hâlbuki, tâm bir zulmet diyârı olan o zamanki Avrupada insanlar, hastalıktan kırılıyordu.
Fransa kralı Onbeşinci Louis 1774 de çiçekten öldü. Avrupa uzun zaman vebâ ve kolera salgınlarına uğradı. Birinci Napolyon (Napoléon) 1212 [m. 1798] de Akkâ kal'asını muhâsara ettiği zaman, ordusunda vebâ zuhûr etmiş ve hastalığa karşı çâresiz kalınca, düşmanı olan Müslüman Türklerden yardım istemek zorunda kalmıştı. O zaman yazılan bir Fransız eserinde şöyle demektedir:(Türkler, ricâmızı kabûl ederek hekimlerini yolladılar. Bunlar tertemiz giyinmiş, nûr yüzlü kimselerdi. Evvelâ duâ ettiler ve sonra ellerini bol su ve sabun ile uzun uzadıya yıkadılar. Hastalarda zuhûr eden hıyarcıkları neşterle yardılar. İçindeki sıvıyı akıttılar ve yaraları tertemiz yıkadılar. Sonra hastaları ayrı ayrı yerlere koydular ve sağlamların mümkün olduğu kadar onlara yaklaşmamasını tenbîh ettiler. Hastaların elbiselerini yaktılar ve onlara yeni elbiseler giydirdiler. En nihâyet tekrar ellerini yıkadılar ve hastaların bulunduğu yerlerde öd ağacı yakarak ve tekrar duâ ederek ve bizden hiç bir ücret veya hediye kabûl etmeden yanımızdan ayrıldılar. )
Demek oluyor ki, iki asır evveline kadar garblılar hastalıklara karşı tamamen çâresizdi ve ancak sonradan müslümanlardan öğrenerek ve tecrübeler yaparak [Kur'an-ı kerimde emrolunduğu gibi gayret ederek] bugünkü tıb ilmini öğrendiler.
Alıntı
Bir müslüman, herşeyden önce bedenen ve ruhen temizdir.
Evvelâ beden temizliğini anlatalım:
Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimde çeşidli yerlerde meâlen, (Temiz olanları severim!) buyuruyor. Müslümanlar, câmilere, evlere ayakkabı ile girmez. Halılar, döşemeler, tozsuz, temiz olur. Her müslümanın evinde hamamı vardır. Kendileri, çamaşırları, yemekleri hep temiz olur. Onun için, mikrob ve hastalık bulunmaz.
Fransızların dünyaya övündükleri Versay sarayında bir hamam yoktur.
Orta çağda, Pariste oturan bir Fransız, sabahleyin kalktığı zaman, evinde bir abdesthâne olmadığı için, oturağa yaptığı pislik ile içme suyu şişesini berâberinde Sen (Seine) nehrine götürür, o nehrden evvelâ içmek için su alır. Sonra pisliğini nehre dökerdi. Bu satırlar “İçme Suyu” (L'Eau Potable) adlı bir Fransız eserinden aynen alınmıştır. Kanûnî Sultan Süleymân zamanında İstanbula gelen bir Alman râhibi, tahmînen 967 [m. 1560] tarihinde yazdığı bir eserde: (Buradaki temizliğe hayrân oldum. Burada herkes günde beş defa yıkanır. Bütün dükkânlar tertemizdir. Sokaklarda pislik yoktur. Satıcıların elbiseleri üzerinde ufak bir leke bile bulunmaz. Ayrıca ismine (hamam) dedikleri ve içinde sıcak su bulunan binâlar vardır ki, buraya gelenler, bütün bedenlerini yıkarlar. Hâlbuki bizde insanlar pistir, yıkanmasını bilmezler) demektedir. Avrupada yıkanmak ancak asırlardan sonra müslümanlardan öğrenilmiştir.
Bugün ise, Müslüman diyârları denilen yerlerde seyâhat eden yabancılar, neşrettikleri kitaplarda: (Bir doğu memleketine gittiğimiz zaman evvelâ burnumuza bir kokmuş balık ve süprüntü kokusu geliyor. Her taraf pislik içindedir. Yerler tükürük ile doludur. Ötede beride toplanmış süprüntü ve ölmüş hayvan leşlerine rast gelinir. İnsan, böyle bir doğu memleketinden geçerken, iğreniyor ve müslümanların iddiâ ettikleri gibi temiz olmadıklarını anlıyor) demektedirler.
Bugün, İslâm devleti ismini taşıyan memleketlerde, îman bilgileri bozulduğu gibi, temizliğe de tam riâyet olunmamaktadır. Fakat bunda kabahat, İslâm dîninde değil, İslâm dîninin esasının temizlik olduğunu unutan kimselerdedir. Fakirlik, pis olmak için bir mâzeret teşkîl etmez. Bir insanın yere tükürmesinin, ortalığa pislik saçmasının para ile hiçbir ilgisi yoktur. Böyle pislik yapanlar, Allahın temizlik emrini unutan bedbahtlardır. Her müslüman, dînini iyi öğrense ve buna riâyet etmiş olsa, bu pislik hemen ortadan kalkar. O zaman, başka milletler, müslüman memleketleri ziyâret ettiklerinde, tıpkı orta çağdaki müslümanlarda olduğu gibi, temizliğine hayran kalırlar.
Hakîkî müslüman, hem temiz olur, hem de, sıhhatine çok dikkat eder. Bir zehir olan alkollü içkileri içmez. Çeşidli tehlikeleri ve zararları olduğu için men edilen domuz etini yimez. Livâta yapanlarda yeni keşf edilen (Aids) ismindeki sârî ve öldürücü hastalığın virüsünün, domuzlarda bulunduğu tesbît edilmiştir.
Peygamberimiz, tıb bilgisini çeşidli şekillerde medh buyurdu. Meselâ, (İlim ikidir:Beden bilgisi, din bilgisi). Yâni ilimler içinde en lüzûmlusu, ruhu koruyan din bilgisi ve bedeni koruyan sıhhat bilgisidir buyurarak, herşeyden önce, ruhun ve bedenin zindeliğine çalışmak lâzım geldiğini emretti. İslâmiyet, beden bilgisini, din bilgisinden önce öğrenmeyi emrediyor. Çünkü, bütün iyilikler, bedenin sağlam olması ile yapılabilir.
Bugün, bütün üniversitelerde okutuluyor ki, doktorluk iki kısmdır:Biri hijiyen, sıhhati korumak, ikincisi terapötik, hastaları iyi etmektir. Bunlardan birincisi önce gelmektedir. İnsanları hastalıklardan korumak, sağlam kalmağı sağlamak, tıbbın birinci vazîfesidir. Hasta insan, iyi edilse de, çok kere, ârızalı, çürük kalır. İşte islâmiyet, tabâbetin birinci vazîfesini, hijiyeni garanti etmiştir. (Mevâhib-i ledünniyye) ikinci kısmda, Kur'an-ı kerimin tıbbın iki kısmını da teşvîk buyurduğu, âyet-i kerimeler gösterilerek isbât edilmektedir.
Peygamberimiz, Rûm imparatoru Heraklius ile mektûblaşırdı. Birbirlerine elçi gönderirlerdi. Bir defa, Heraklius birçok hediye göndermişti. Bu hediyelerden biri de, bir doktor idi. Doktor gelince, (Efendim! İmparator hazretleri beni, size hizmet için gönderdi. Hastalarınıza bedâva bakacağım!) dedi. Resûlullah kabûl buyurdu. Emreyledi, bir ev verdiler. Hergün nefîs yiyecek, içecek götürdüler. Günler, aylar geçti. Hiç bir müslüman, doktora gelmedi. Doktor, utanıp gelerek, (Efendim! Buraya, size hizmet etmeye geldim. Bugüne kadar, bir hasta gelmedi. Boş oturdum, yiyip içtim, rahat ettim. Artık gideyim) diye izin isteyince, Peygamberimiz, (Sen bilirsin. Eğer daha kalırsan, misafire hizmet etmek, ona ikrâm etmek, müslümanların vazîfesidir. Gidersen de uğurlar olsun. Yalnız şunu bil ki, burada senelerce kalsan, sana kimse gelmez. Çünkü, Eshâbım hasta olmaz! İslâm dîni, hasta olmamak yolunu göstermiştir. Eshâbım temizliğe çok dikkat eder. Acıkmadıkça bir şey yimez ve sofradan, doymadan önce kalkar) buyurdu.
Bunu söylemekle müslüman hiç hasta olmaz demek istemiyoruz. Fakat sıhhatine ve temizliğe itina eden bir müslüman, sağlam kalır, kolay kolay hasta olmaz. Ölüm haktır. Hiç bir kimse ölümden kurtulamaz ve her hangi bir hastalık sonucu ölecektir. Fakat, o vakte kadar sıhhatini koruyabilmesi, ancak müslümanlıkta emredilen husûslara ve temizliğe riâyet sâyesinde olur.
Hıristiyanlığın en revaçta olduğu orta çağda, büyük tıb âlimleri, yalnız müslümanlardı ve Avrupalılar Endülüse tıb tahsîl etmeye gelirlerdi. Çiçek hastalığına karşı aşıyı bulanlar, müslüman Türklerdir. Türklerden bunu öğrenen Jenner, ancak 1211 [m. 1796] da bu aşıyı Avrupaya götürdü ve haksız olarak (Çiçek aşısını bulan kimse) ünvânını aldı. Hâlbuki, tâm bir zulmet diyârı olan o zamanki Avrupada insanlar, hastalıktan kırılıyordu.
Fransa kralı Onbeşinci Louis 1774 de çiçekten öldü. Avrupa uzun zaman vebâ ve kolera salgınlarına uğradı. Birinci Napolyon (Napoléon) 1212 [m. 1798] de Akkâ kal'asını muhâsara ettiği zaman, ordusunda vebâ zuhûr etmiş ve hastalığa karşı çâresiz kalınca, düşmanı olan Müslüman Türklerden yardım istemek zorunda kalmıştı. O zaman yazılan bir Fransız eserinde şöyle demektedir:(Türkler, ricâmızı kabûl ederek hekimlerini yolladılar. Bunlar tertemiz giyinmiş, nûr yüzlü kimselerdi. Evvelâ duâ ettiler ve sonra ellerini bol su ve sabun ile uzun uzadıya yıkadılar. Hastalarda zuhûr eden hıyarcıkları neşterle yardılar. İçindeki sıvıyı akıttılar ve yaraları tertemiz yıkadılar. Sonra hastaları ayrı ayrı yerlere koydular ve sağlamların mümkün olduğu kadar onlara yaklaşmamasını tenbîh ettiler. Hastaların elbiselerini yaktılar ve onlara yeni elbiseler giydirdiler. En nihâyet tekrar ellerini yıkadılar ve hastaların bulunduğu yerlerde öd ağacı yakarak ve tekrar duâ ederek ve bizden hiç bir ücret veya hediye kabûl etmeden yanımızdan ayrıldılar. )
Demek oluyor ki, iki asır evveline kadar garblılar hastalıklara karşı tamamen çâresizdi ve ancak sonradan müslümanlardan öğrenerek ve tecrübeler yaparak [Kur'an-ı kerimde emrolunduğu gibi gayret ederek] bugünkü tıb ilmini öğrendiler.
Alıntı
Hoş geldiniz. Fikirlerinizi paylaşmanızdan mutluluk duyarız