Sitemizde aramak istediğiniz konuyu
                                      "

DiniErk - Doğru Dini Bilgi

İstanbulun Manevi Fatihleri



Her fethin arkasında manevî kahramanlar olduğu gibi, İstanbul’un fethinde de manevî fâtihler olduğunu biliyoruz. Bunlar kimlerdir? Fetih öncesi ve fetih sırasında bu zâtların fethe yapmış oldukları katkılar ve bu esnada cereyan eden olayları anlatır mısınız?
Fatih Sultan Mehmed bir gün atının üzerinde yolda gidiyormuş, karşısına bir derviş çıkmış, elini böyle kaldırmış duâ eder vaziyette demiş ki: “Devletlû hünkârım! Sevgili padişahım! Bizim duâmız sayesinde sen İstanbul’u fethettin.” Fatih gülmüş “Belî! Derviş baba doğru söylersin fakat; bunun da hakkını unutma.” diyerek kılıcını göstermiş.
Şimdi doğrudur Fatih’in verdiği cevap, isabetlidir. Bu türlü muazzam başarıların sağlanması için iki kuvvete ihtiyacımız var: maddi kuvvet, manevi kuvvet. Yani duâ da olacak, kılıç da olacak. Bugünkü şartlar muvacehesinde söyleyecek olursak: Denizaltı, tank da olacak, füze de olacak.
Moral gücü dediğimiz en mükemmel dinî inancımız da olacak. Yani zülcenaheyn olmak icabediyor. Tek kanatlı kuş uçamadığı gibi tek taraflı, tek yönlü çabalar da netice vermiyor. Bunu bildiği için Fatih hem îmanî hem de teknik yönden kendisini ve etrafındakileri mükemmel bir şekilde yetiştirmişti.
Yani o zamana kadar tarihte görülemeyen, Bizans’ın kalın surlarını yıkabilecek topları ilk defa kendisi icâd etti. Urban Usta’ya bunu yüklerler, ama işin aslı, doğrusu Fatih’in bu topları ilk defa icadetmiş olmasıdır ki; bunların en büyüğü “şâhî” dir. Üç yüz kiloluk gülle atacak kadar kuvvetlidir. Ve bu gülleler sayesinde surdan bir gedik açıldı. Mukaddes mi mukaddes.
“Ey kahpe rüzgar! Artık ne yandan esersen es” diyor ya şâir. Şimdi maddeten bu kadar güçlü ve kuvvetli olan Fatih, mânen de, derûnî olarak da iç dünyası son derece zengin bir insandı. Manevî Fatih, maddî Fatih kadar; hatta maddî Fatih’ ten daha önemlidir. Eğer Akşemseddin hazretlerinin manevî takviyesi, zerk ettiği moral gücü, teşvîki, takdîri, tergîbi olmasaydı, hasbel beşeriyye belki Fatih vazgeçme durumuna dahi gelebilirdi. Nitekim zaman zaman böyle ümitsizliğe kapıldığı anlar olmuştur. Bunu hisseden Akşemseddin hazretleri Fatih’i teşcî ve teşvik etmiştir.
İstanbul’ un her ne kadar maddî anlamda fatihi ikinci Mehmed’dir, Fatih Sultan Mehmed’dir diyorsak da az önce belirttiğim gibi Fatih’in de iki yönü vardır. Maddî yönü, manevî yönü. Bir kere o devrin tasavvufî ilimleri de dahil olmak üzere fıkıh, hadîs, kelâm, tefsir gibi İslâmî ilimlerini biliyor idi. Beş vakit namazını kılıyor, diğer dinî feraizi yerine getiriyor, hocalarla, gönül sultanlarıyla, şeyhlerle sohbet yapmaktan büyük bir zevk alıyor.
Osmanlı padişahlarının hemen hemen hepsi ilme, irfana, kitaba kütüphaneye düşkündür. Fakat bunların içinde Fatih’in müstesna bir yeri vardır. Kitaplara ve hocalara düşkünlüğü bakımından. Nasıl olmasın ki: Osmanlı padişahları içinde, hatta bütün İslâm tarihinde Hazret-i Peygamber’in müjdesine mazhar olan yegâne hükümdar. “Konstantiniye mutlaka bir gün fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutandır, onu fetheden asker ne güzel askerdir” hadîs-i şerîfindeki sırra, müjdeye mazhar olmuş bir hükümdar olduğu için, Fatih’in başka hiç bir özelliği, başka hiç bir sıfatı bulunmasa, bu kendisine yeter de artar. Nitekim oğlu da bu özelliği ve güzelliği devam ettirmiş. Yine bu kadar Osmanlı padişahının içinde velî lâkabıyla anılan da onun oğlu. Bayezid-i Velî, İkinci Bayezid. O sülâle öyle geliyor. O’nun oğlu Yavuz Sultan Selim ne diyor? “Ben hiç bir muharebeye Peygamberimiz’ den izin almadan gitmedim“ diyor ve “Ne zaman gitsem önümde O’nu gördüm” diyor. Peygamberler peygamberini (sav) gördüm diyor. İşte ölüm döşeğinde nedîmi Hasan Can’a soruyor.”Hasan! Bu ne haldir?” diyor. Hasan Can da cüretkarlıkta bulunuyor. “Allah ile olma ânıdır hükümdarım” diyor. Ve o hasta yatağından, ölüm döşeğinden ayağa kalkıyor “Bre Hasan! Sen bizi kiminle biliyordun bu zamana kadar? Biz hep Allah’la beraberdik zaten” diyor. Demek ki işte böyle maddeten ve manen donanımlı olduğu için Fatih ve diğer ricâl-i devlet (vezirleri, komutanları, Zanos paşalar, Çandarlı Halil paşalar, diğer paşalar) böyle oldukları için, defalarca kuşatıldığı halde alınamayan İstanbul’u, Konstantiniye’yi aldı. Konstantin Polos’u İstanbul, İslâmbol, Asitane, Dersaâdet yaptı. Dersaadetin mesut insanları yüzyıllardan beri İstanbul’da Fatih’in eserlerine bakarak gözlerini dinlendiriyorlar.
Meselâ Fatih Camii’ni, Sahn-ı Seman medreselerini, diğer müesseseler olan imarethanesini, medreselerini, kervansaraylarını, diğer sosyal kuruluşlarını Fatih Sultan Mehmed, o cami etrafına, şehir içinde şehir olmak üzere yaptırdı. Aradan bu kadar yıl geçtiği halde -554 sene oldu İstanbul fethedileli- 554 yıldır Fatih’in eserleri İstanbul’da hala hizmete devam ediyor. Büyüklük bu değil mi? İbnül Emîn Mahmud Kemal bey diyor ki: Semere-i hayat, hayır ile yâd edilmektir. Bakınız Fatih 554 yıldır hayırla yâd ediliyor. Kıyâmete kadar da hayırla yâd edilecektir. Ve bu insanlar ölmemiştir, ömr-ü sânîlerini yaşıyorlar, ikinci ömürleri. Zaten insan ölmez, tebdîl-i mekân eder. Yunus Emre ne diyor? “Ölürse tenler ölür, canlar ölesi değil.”
Peygamber Efendimiz (asm)’ın müjdesiyle sahâbe efendilerimizin İstanbul’a akın ettiklerini biliyoruz. Burada bulunan sahâbe kabirlerinin bazılarında sahâbe efendilerimizin hakikaten medfun bulunmayıp, yalnızca makamlarının olduğu söyleniyor. Gerçekten buraya gelmiş ve şehit olarak burada kalmış olanların isimlerini bize bildirir misiniz?
Kabul etmek lazım ki isimler, cisimler bizi fazla ilgilendirmiyor. Dava, ideal, gaye ve yapılan hizmet önemli. Dediğiniz gibi fetih hadîsine kulak veren sahâbelerin bir çoğu bu kutlu hâdisede bulunmak için can attılar; ki bunların başında Eyyûb Sultan hazretleri geliyor. Bu meyanda tabi Eyyûb Sultan hazretlerinin dışında da sahâbeler buraya geldi. Ama kabul etmek lazım ki, tarihin hayli eski devirlerinde meydana gelen bu olayı bugün sağlam belgelerle gün ışığına çıkarmak biraz zor. Şu bir gerçek, Ordinaryus Profesör Doktor Süheyl Ünver hocamız başta olmak üzere “İstanbul’da Sahâbe Kabirleri” ismiyle kitap yazanların kıymetli eserlerinden öğrendiğimize göre bunlar ikiye ayrılıyor. Bir, gerçekten şu sahâbe kabridir dediğimiz kabrin içinde gerçek sahâbenin bulunması, bir de makamların olmasıdır. Böyle çoktur. Mesela Yeraltı Camii’nde üç tane sahâbe kabri var: Amr bin As, Süfyan bin Üyeyne, bir zat daha var. Fakat orası makamdır.
Biz biliyoruz ki onlar başka bir yerlerde, eski değimle söyleyecek olursak, irtihâl-i dâr-ı bekâ etmişlerdir. Türk milletinin büyüklüğüne bakınız ki islâmın kahraman ordusu, ismiyle müsemma olan bu milletin dine, dindarlara ve dine hizmet edenlere duyduğu saygının derecesine bakınız ki bu zatları kendi topraklarında, kendi illerinde, ilçelerinde, köylerinde görmek için onlara makamlar izafe etmişler. Dolayısıyla siz o makamı o gözle, o niyetle, o düşünceyle ziyaret ederseniz, o niyetle fâtihâ okursanız, netice hiç değişmez. Yine müspet neticesini elde edersiniz. Mühim olan zaten, insan kendi kalbini kendi gönlünü ilahî makam haline getirince dünyadaki bütün makamları ve mevkîleri ilahî makam olarak görür. O gözle bakmak lazım. Malûm şair ne demiş: “Görenedir görene, körenedir körene.” Dolayısıyla İstanbul’daki sahâbe kabirleri meselesine ben şahsen böyle bakıyorum. Ama tabii Eyyûb Sultan hazretleri bir başka. Çünkü “Şerefü’l mekan, bil mekin” (bir mekânın şerefi, orada bulunan zâttan gelir) deniliyor. İstanbul’un manevî şerefi de Eyyûb Sultan hazretlerinden geliyor. Dolayısıyla başta Eyüp semti olmak üzere İstanbul, bu manada uhrevî bir beldedir.
O sahabe efendilerimizle alâkalı burada cereyan etmiş çarpıcı hâdiselerden bahseder misiniz?
Tabii sahâbe efendilerimizin, evliyaullâhın, gönül sultanlarının fetih esnasında vesile oldukları olağanüstü hâdiselerin kerâmetvarî, doğrudan keramet kabul edilebilecek hâdiselerin olduğunu biliyoruz. Cibali Baba başta olmak üzere, dışarıdan atılan gülleleri geri geri surların dışına atması, “Gâvurcuklarıma dokunmayın!” demesi, sonra Fatih’in ricası üzerine Akşemseddin’in duâ etmesi ve bu zâtın bir an önce rûhunu Cenâb-ı Hakk’ın alması için duâ etmesi, ondan sonra fethin müesser olması gibi daha nice hâdiselerin olduğunu biliyoruz. Şimdi bunları bazı insanlar akıl, mantık dışı bulabilirler. Ama kabul etmek lazım ki akıl, mantık da tek başına bir ölçü değil. Hz. Mevlâna ne buyuruyor? “Akıl, bu vadide çamura batmış bir eşektir” diyor. Bazen öyledir evet, akıl son derece kıymetlidir. Dîni olmayanın aklı da yoktur. Bu da doğrudur. Kur’ân’la te’yid edilmiştir. Fakat şu da bir gerçektir ki, akıl bütün meseleleri çözemez. Çünkü bir de kalp var, duygu var. Fetih hâdisesi maddî açıdan akılla çözülmüştür. Manevî açıdan da bu türlü hâdiselerle ve böyle gönül sultanlarının himmetiyle çözülmüştür.
İstanbul’un bağrını ziynetlendiren en meşhur sahâbenin, Mihmandar-ı Nebî, Zeyd bin Hâlid Ebâ Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nin ve diğer sahâbe efendilerimizin kabirlerinin tespitinde cereyan eden hâdiseleri anlatır mısınız?
Eyyûb Sultan hazretleri, Mekke’den Medine’ye göç edince altı ay Peygamberimiz’i evinde misafir etmişti. Altı ay evinde Peygamberler Peygamberi’ni misafir eden Eyyûb Sultan hazretlerini İstanbul toprakları yüzyıllardan beri sînesine ve bağrına bastığı için, İstanbul; Mekke, Medine, Kudüs’ten sonra islâmın dördüncü mukaddes şehridir. O bakımdan şu anda İstanbul’da en fazla ziyaretçi çeken türbelerin başında Eyyûb Sultan hazretleri geliyor. Oraya gidip de manevî bir haz duymayan, manevî bir inşirah duymayan -kadın, erkek, çoluk, çocuk hiç fark etmez- insan yok. Ve orası da hakîkaten İstanbul’un en önemli manevî câzibe merkezlerinden biri, hatta birincisi. Onun için eskiden İstanbul’un içinde Eyüp ilçesi Mekke, Medine gibi kutsal kabul edilirdi.
Meselâ İkinci Wilhelm, Alman kralı Kaiser Wilhelm gelince, Eyüp’ü gezmek istedi. Fakat Eyüp’e sokmak istemediler gayrimüslim olduğu için. Abdülhamit’ten rica etti. Abdülhamit de aynı hassasiyeti belirtince İkinci Wilhelm dedi ki; “Yâhû bu ülkenin hükümdarı siz değil misiniz?” Abdulhamit’e. “Evet” dedi, “Bu ülkenin hükümdarı benim ama” dedi “Eyüp bölgesinin hükümdarı Eyyûb Camii’nin imamıdır. Ondan izin almak lâzım” dedi. Yani Eyüp bölgesi, sırf o mübârek şahsa duyulan hürmetten dolayı Mekke, Medine gibi kabul ediliyor ve oraya gittikleri zaman padişahlar atlarından iniyorlardı. Eyüp’e yaklaştıkları zaman cülüs merasimi için Eyyûb Sultan hazretlerinin huzurunda kılıç kuşanacak padişahlar değil mi? Yürüyerek gidiyorlardı, çünkü orada hayvana binmeyi veya bir vasıtaya binmeyi edebe mugayir kabul ediyorlardı. Osmanlı padişahları zaten bu kadar edepli insanlar oldukları için kurdukları devlet ebed müddet oldu. Bir edep, bir de ebed.
Eyyûb Sultan hazretlerinin tabii menkîbeleri, gönlümüzde kurduğu taht o kadar zengin, engin ve rengin ki cümleler kifâyetsiz kalıyor. Ama dediğim gibi Tanpınar’ın tâbiriyle, Eyüp uhrevî bir beldedir. Sadece bizim için değil, yabancıların da dikkatini çekmiş. Bir Fransız yazarı Pier Loti’nin, Cloth Farrel’in, diğer yabancı seyyahların alâkasını çekmiş. Meselâ oradan Eyyûb Sultan mezarlığına çıkıyoruz. İşte orada Pier Loti Kahvesi var. Pier Loti Yolu var.
Onlar da hayran olmuşlar. Tabii gayrimüslim de olsalar, içinde nihayet bir nokta var ki, onlar da bazı şeyler hissediyorlar. Onlar da aynı saygıyı göstermişler ve Eyyûb Sultan hazretlerinin üzerine ilk defa Bizans krallarından biri -yanılmıyorsam Büyük Konstantin- bir mezar yaptırıyor. Çünkü bu adam hissetmiş, bir ışık inip çıktığını görmüş. Merak etmiş ve öğrenmiş, bu kim diye. Bu, müslümanların çok önem verdiği bir zât olduğunu duyunca üzerine mezar yapmış. Hemen yanı başına da kuyu açtırmış. Buradan su içsinler diye. Ona da ayazma diyorlar. “Kutsal su” mânâsına geliyor. Bizanslılar zamanında o sudan içip şifâ bulduklarına inanırlarmış. Şimdi, güneş doğunca güneşin ışığı siyah, beyaz, kırmızı, çirkin, güzel, bağ, bahçe, insan, müslüman, kâfir ayırmıyor değil mi? Herkesi nurlandırıyor. Bu şahsiyetler de manevî güneş oldukları için, kanatlarının altına, himmetlerinin altına herkesi alırlar. Ama derece derece alır, o ayrı. Eyyûb Sultan hazretlerine duyulan muhabbeti de böyle çözmek lâzım. Gayrimüslimler de duyabilir. Kaldı ki bizim çok duymamız gerekiyor, çünkü kişi sevdiğiyle beraberdir. Bunları ne kadar çok sever, ne kadar çok ziyaret edersek, hissemize o kadar fazla alırız. Onun için başta İstanbullular olmak üzere, sık sık Eyyûb Sultan hazretlerini ziyarete bu vesileyle davet edelim.
Semere-i hayat, hayır ile yâd edilmektir. Bakınız Fatih 554 yıldır hayırla yâd ediliyor. Kıyâmete kadar da hayırla yâd edilecektir.

- Dursun Gürlek Anlattı

http://dergi.irfanmektebi.com/sayi/06/

Yorum Gönder

0 Yorumlar
*Yorumlar Editör tarafından incelenmekte olup, spam mesajlar dikkate alınmaz. Engellenir.*