Sizin Hayırlılarınız, Borcunu Ödemekte Acele Edendir
Hayat yolunun düzü bulunduğu gibi iniş ve yokuşu da vardır. Bu yolda yürüyen insan; bazen hayati zaruretler karşısında kalır ve ihtiyaçlarını karşılayamaz; elindeki maddi imkân yeterli gelmez de borç almak zorunda kalır. Borç, sahibinin omuzlarını çökerten ve yüzünü kızartan ağır bir yüktür. İnsan bu yükün altına girmemeye çalışmalı, masrafını iradına göre değil, ihtiyaçlarına göre ayarlamalı ve gelirinin bir miktarını kara günler için ayırmalıdır. Kazancından fazla sarfiyat yolu tutan, israf kapısını açmış olur. Saçıp savuran kimse borçtan kurtulamaz: hayat boyunca borç altında yaşar; borçlu olarak ebedi hayata göçer.
Gelirimiz ile giderimizde denge kurulmakla beraber, beklenmedik bir hadise karşısında böyle olur. Ani bir hastalık, ölüm ve yangın gibi bir durum, istemeyerek insanı bazen borcun altına iter. Böyle bir zaruret karşısında borç alacağımız vakit, İslâmi ölçüler dahilinde hareket etmelidir. Alacağımızı senetli olarak almalı ve iki şahit bulunamadığı zaman, bir erkek iki kadın, borç verme muamelesinin şahidi olmalıdır.
Borçlu bir mümin, hayati ve zaruri olan ihtiyaçlarından başka masraf yapmamak, asgari bir yaşama tarzı ile hareket edip, bir taraftan da borcunu kapatmak gayreti içinde olmalıdır. Râsûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.) buyuruyor ki, “Sizin hayırlılarınız, borcunu ödemekte en güzel (yolda) olanınızdır.” [1]
En güzel yol nedir? Borcunu ödemekte samimi bir niyet, eskiden olduğundan daha fazla çalışmaya gayret ve iktisada riayet göstermektedir. Böyle hareket eden bir kulun Cenâb-ı Hak (c.c.) koluna kuvvet ve malına bereket ihsan eder de, düştüğü darlıktan kurtarır; hiç ummadığı yerden rızık kapıları açar.
İslâmi esaslara bağlı bir mümin borcunu ödemeye muvaffak olmadan hastalanırsa, aile fertlerine, ölümünden sonra borçlarını ödemeleri için vasiyet etmelidir. Vasiyet etmemek, boynunda kul hakkı bulunduğu halde, kabirde azaba sebep olur. Rasûlullah Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: “Bir kulun, Allah’ın (c.c.) yasakladığı günahlardan sonra, Allah’ın (c.c.) katında karşılaşacağı günahların en büyüğü, üzerinde borç olduğu halde, onu ödeyecek bir şey bırakmadan ölmesidir.”
Ölen kimsenin yakınları, ölenin borcunu ödemekte ihmal göstermemelidir. Zira ‘Müminlerin ruhu (ölümünden sonra) borcu ödeninceye kadar, borç sebebiyle açıkta kalır.’ buyurulmaktadır. O kimsenin ahiretteki derecelere ve ebedi nimetlere kavuşabilmesi için, en kısa zamanda borçlarını kapatmalıdır. Borçlu olup, borcunu ödeyince malı kalmamak, çok çirkin bir şeydir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.): “Dört dirhem borçlu olan bir kişinin cenaze namazını kılmam.” buyururlardı.
Borcunu ödemeye imkân olduğu zaman, tehir etmeksizin hemen ödemelidir, velev ki borcun vakti henüz gelmeden evvel de olsa. Şart koşulan maldan daha iyisini ve daha güzelini teslim etmelidir. Eğer borcunu ödemekten aciz ise, kalbinde ne zaman imkan bulursa borcunu eda etmek niyeti olmalıdır. Râsûlullah (s.a.v.) : “Herhangi bir Müslüman ki, vakti gelince eda etmek üzere başkasından borç alıyorsa, Cenâb-ı Hak (c.c.) ona, koruyan ve borcunu eda edinceye kadar kendisine dua eden bir grup meleği vekil kılar.” buyurdular.
Hak sahibi, borçluya karşı kaba davranırsa, borçlu tahammül etmeli ve ona yumuşak bir şekilde karşılık vermelidir. Borçlu ile alacaklı arasında konuşma cereyan ettiği zaman, aracılık yapanların borçlunun lehinde konuşmaları ihsandandır; zira, borç veren kimse, büyük bir ihtimalle zenginliğinden borç vermiştir; borç alan ise ihtiyacından dolayı borçlanmıştır. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.): “Kardeşine yardım et! İster zalim, ister mazlum olsun!” Ashab-ı kiram: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Biz nasıl zalim kardeşimize yardım edebiliriz?’ Rasûlullah (s.a.v.) “Kardeşini zulümden men etmekliğin, işte o ona yardımdır.” buyurdular.
Rasûlullah (s.a.v.): “Üç haslet vardır ki o üç hasleti işleyen bir kimse, cennetin hangi kapısından isterse içeri girer: Kim ki,
1. (Delilsiz ve şahitsiz) bir borcunu eda ederse;
2. Kendisiyle harp eden kimseyi affederse,
3. Her namazın akabinde ihlas suresini okursa.” buyurdular.
Rasûlullah (s.a.v.): “Cenâb-ı Hakkın (c.c.) nezdinde en sevimlisi, kişi, müminin kalbine sürur ve sevgiyi sokmalı, ondan bir gamını ve üzüntüsünü uzaklaştırmalı ve onun yerine borcunu ödemeli, veyahut da açlığını gidermelidir.” Buyurdular.
Ödünç istemek bazen, lazım ve caiz olur. Lazım olması üç türlüdür:
1. Lüzum-u icabi. Nafakası olmayanın, nafaka almak için ödünç istemesidir. (setr-i avret için elbise böyledir).
2. Lüzum-u akli. Evli olmayan kimsenin, kira veya satın almak için ödünç istemesidir. (soğuktan korunmak için elbise parası da böyledir.)
3. Evlenmek maksadıyla ödünç istemesidir.
Bu üç lüzumlu hal için ödünç istemek caiz olur. Yalnız bunlara ödünç verilir ve büyük sevap kazanılır. Başkalarına, (zalimlere, fasıklara) ödünç verilmez. Başkasına ödünç vererek kendini sıkıntıya düşürmek doğru değildir. Nisab miktarı mala malik olmayan kimsenin, kurban kesmek için ödünç istemesi caiz değildir.
Rasûl-i Ekrem (s.a.v.): “Her kim ödemek niyetiyle borçlanır (da borcunu ödeyemeyen ölürse) Allah Teâlâ (c.c.) kıyamet günü onun namına borcunu öder. Her kim de vermemek niyetiyle borçlanır da ölürse, kıyamet günü Allahu Teâlâ (c.c.) ona: “Kulumun hakkını alıp vermeyeceğini mi sandın?” buyurur: bunun üzerine; onun sevaplarından alınıp, alacaklının sevabına katılır. Şayet sevabı yoksa, alacaklının günahlarından alınıp onun sırtına yüklenir.” buyurmuştur.
Kıyamet günü borçlu çağırılır. Adam gelir ve Allah (c.c.)’ın huzuruna alınır. Allah Teâlâ (c.c.): “Ey ademoğlu! Bu borcu niçin yaptın ve niçin insanların hakkını zayi ettin?” diye sorar. Adam: “Ya Rabbi (c.c.)! Sen biliyorsun ki ben bunu aldım (bu borcu yaptım), yemedim, içmedim, giymedim, fakat ya yangın, ya hırsızlık veya da daha eksiğine vermekle zarar ederek harcadım.” der. Allah Teâlâ (c.c.) “Kulum! Doğru söyledin! Bunun borcunu ödemek bana düşer.” Allahu Teâlâ (c.c.) bir şey getirir; mizanına koydurur; böylece iyilikleri kötülüklerine üstün gelir ve Allah’ın (c.c.) fazlı ile Cennete girer.
Cabir (r.a.) şöyle anlatır: ‘Adamın birisi öldü. Kendisini yıkadık, kefenledik, koku sürdük ve namazını kıldırması için Rasûl-ü Ekrem’e (s.a.v.) namazını kıldırır mısınız?’ dedik. Rasûl-ü Ekrem (s.a.v.) bir adım attı, sonra: “Bu ölen adamın borcu var mı?” diye sordu. Biz : ‘iki dinar borcu vardır.’ dedik. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.) cenaze namazını kıldırmaktan vazgeçti. Ebu Katade (r.a.), bu iki dinar borcu benim olsun, dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.) “Allah (c.c.) borçlunun borcunu ödedi ve ölü iki dirhem borcundan kurtuldu mu?” dedi. Ebu Katade (r.a.): ‘Evet!’ deyince, Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) namazını kıldırdı. İki gün geçtikten sonra Rasûlullah (s.a.v.) Katade’ye: diye sordu. Ebu Katade: ‘Adam daha dün öldü.’ dedi. Rasûl-i Ekrem, ertesi gün “İki dinar ne oldu?” tekrar sordu; Katade: ‘Ödedim, ya Rasûlallah (s.a.v.)’ deyince Rasûl-i Ekrem (s.a.v.): “İşte ancak şimdi ölü azaptan kurtuldu.” buyurdular.
Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)’e borçlu ölen cenazeler getirilir. Rasûlullah (s.a.v.) “Borcunu ödeyecek bir şey bıraktı mı?” diye sorar. Kendisine: ‘Evet, borcuna yetecek kadar serveti var’ dendiği vakit namazını kılardı, aksi halde, “Namazını kılın.” buyururlardı.
Sa’d bin Kıyas (r.a.) hastalanmıştı. Kimse ziyaretine gelmeyince, yakınlarından sebebini sordu. Onlar da şöyle cevapladılar: ‘Hemen herkes sana borçlu, gelmeye utanıyorlar.’ Bunun üzerine Sa’d: ‘Allah kahretsin! Dünya malı, dostların ziyaretine mani oluyor!’ Hemen bir tellal çıkartarak, bütün borçlarını helal ettiğini duyurdu.
Peygamberimiz (s.a.v.): “Bir kimse, kibir, hıyanet ve borçtan arınmış olarak ölürse, Cennete girecektir.” buyurmuşlardır. [2]
Yunus Emre ne güzel ifade ediyor:
Mal sahibi, mülk sahibi,
Hani bunun ilk sahibi?
Mal da yalan, mülk de yalan,
Var biraz da sen oyalan.
Hz. Ömer (r.a.), Hz. Abdurrahman İbni Avf (r.a.)’a birini göndererek, ondan 400 dirhem borç para ister. Fakat para yerine şu cevabı alır: ‘Ey Emirel Müminin! Parayı benden mi istiyorsun? Halbuki Beytül-Mal (devlet hazinesi) senin yanındadır, şimdilik oradan al, sonra yerine koyarsın!’ Allah (c.c.) korkusu bütün varlığını kaplamış olan Hz. Ömer (r.a.) ona şöyle cevap verir: ‘Ey Abdurrahman! Ödünç parayı senden istiyorum; çünkü sana borçlanırsam, bir emir-i hak (ölüm) vukuunda borcumu ödeyememe halinde, mirasımdan bir para vererek seninle helalleşmek kolaydır; fakat Beytül-Mal’den alırsam, devlet hazinesine hissesi bulunan bütün Müslümanlarla helalleşmek zorunda kalırım. Bu taktirde mirasım kafi gelmeyeceği gibi, mizandaki sevabım dahi beni kurtaramaz.’ buyurdular.
Peygamber (s.a.v.) Ubey b. Ka’b (r.a.)’ın bir adamdan üç bin dirhem alacağını istediğini görür. Adamın darda olduğunu anlayınca: ‘Ey Ubey! Haydi ona ikram et!’ buyurur. Bunun üzerine Ubey (r.a.) kendisine borçlu olan adama dönerek: ‘Borcundan binini Allah (c.c.) için, binini O’nun Rasûlü (s.a.v.) için, kalan binini de senin için sana bağışladım! Çünkü sen, Müslümanlardansın!’ der. Rasûlullah (s.a.v.) de ona (üç kere) şu duada bulunur: “Allahım ! Ubey b. Ka’ba mağfiret et!”
Alacağı olan kimse, borçlu fakir ise, alacağımı ver, deyip sıkıştırmamalıdır. Zira Rasûl- i Ekrem (s.a.v.) “Alacaklı, borçluyu sıkıştırmazsa, her bir gününe sadaka sevabı verilir; bu da cömertliktir, güzel huydur.” buyurmuşlardır. İhsanın en büyüğü, en kıymetlisi, fakirlere veresiye verilmesidir. Parası, malı olmayanın borcunu uzatmalı (zaten Vaciptir.) İhsan, adl ve vazifedir. Fakat, alıp da ziyan ile satmadıkça veya muhtaç olduğu bir şeyi satmadıkça, ödeyemeyecek bir halde olanların ödemesine zaman vermek, ihsandır ve büyük sadakadır. Çünkü Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Kıyamette bir kimseyi hesaba çekerler: çok günah işlemiş; hiç iyilik yapmamış: “Sen dünyada hiç iyilik yapmadın mı?” derler. “Hayır! Yalnız çırağıma derdim ki: “Fakir olan borçluları sıkıştırma!” Bunun üzerine Allah Teâlâ (c.c.) buyuracak: “Ey kulum! Bu gün sen fakir, muhtaçsın! Senin dünyada benim kullarıma acıdığın gibi, bugün biz de sana acırız.” Buyurup onu affeder.”
Rasûlullah (s.a.v.) “Bir müslümana Allah (c.c.) rızası için ödünç veren kimseye, her gün malının hepsini sadaka vermiş gibi sevab verilir.” buyurdular.
Büyüklerimizden öyle kimseler vardı ki, borcun getirilmesini arzu etmezdi. Her gün, o malı sadaka vermiş gibi sevap kazanmayı tercih ederlerdi. Bir hadis-i şerifte Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Sadaka verilen her dirhem için on sevap, ödünç verilen her dirhem için ise, on sekiz sevap vardır. Çünkü borç ihtiyacı olana verilir, sadaka belki ihtiyacı olmayanın eline düşebilir.”
Borç ödemekte ihsan, istemeye gerek bırakmadan, önceden vermektir ve paranın en iyisini vermek ve kendi eli ile ve ayağına gidip vermektir. Onu birisini göndermeye mecbur bırakmamaktır. Çünkü Rasûl-i Ekrem (s.a.v.): “En iyiniz, borcunu iyi ödeyeninizdir. Ödünç alan bir kimse, iyice ödemeye niyet ederse, borcunu ödemesi için, melekler ona dua ederler.” buyurdular.
Bir kimse malı olduğu halde borcunu ödemeyi bir saat geciktirirse, zalim ve asi olur. Namaz kılarken de, oruç tutarken de, uykuda da, yani her an lanet altında bulunur. Borç ödememek öyle bir günahtır ki, uykuda bile durmadan yazılır. Değeri düşük olan para veya işe yaramayan mal vererek öder ve bunu hak sahibi beğenmeyerek alırsa, yine günah olur. Onu razı etmedikçe, yani gönlünü almadıkça, günahtan kurtulamaz.
Fakirlere, veresiye verip, parası olmayandan, istememeye niyet etmelidir. Borçlusu ölünce helal etmelidir. Büyüklerimizden yani selef-i salihinden bazısının dükkanında iki defter vardı. Birisine bilinmeyen isimleri yazardı ki hepsi fakir idi. Bazı borçlar karşısında isim de yazılı değildi. Böylece kendisi ölürse, kimse fakirlerden bir şey isteyemezdi. Fakat böyle tüccarlar da, en iyi sayılmazdı; en iyi olanlar, fakirler için hiç defter tutmayanlardı. İşte din büyükleri böyle ticaret yapardı.
Allah (c.c.) Bakara Suresi, 280. ayet-i celile’de şöyle buyurmaktadır: “Eğer borçlu darlık içinde ise, o halde ona genişlik vaktine kadar mühlet vermek var. Bununla beraber alacağınızı sadaka olarak bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz.”
İslâm dininin her emir ve yasağında getirdiği her prensipte sayısız nimetler vardır. Sıkıntı içinde kalmış bir Müslümana çeşitli imkânlar kullanılarak yardımcı olunması, bu tedbirlerden biridir; Müslümanlar arasındaki yardımlaşma, onların dindarlıkları için ayet-i kerimenin yeri ve değeri büyüktür. İslâm dini bir taraftan borçlu duruma düşmemeyi, borçlanmış ise bunun bir an önce ödenmesi gerektiğini telkin ederken, diğer taraftan Müslümanlara borçlunun yanı başında olmalarını emretmiştir. Bu emre göre, borçlu iyi niyetiyle olduğu halde, sırf çaresizlik nedeniyle borcunu ödeyemiyorsa, ona hem mühlet vermek ve hem de elbirliği ile ona yeni imkânlar sağlamak gereklidir. Böyle hallerde İslâm dini, alacaklıyı manen destekleyerek mühlet verilmesini ister. Hatta imkânı varsa alacağını bağışlamasını öğütler. Bu takdirde ecrin kat kat olacağını müjdeler; toplum içinde maddeten ve manen yaralanmış olan tarafları en şifalı bir metodla tedavi eder.
Her Müslüman, içinde yaşadığı cemiyetin ve insanların dertleri ile alakadar olacak ve din kardeşinin yardımına koşacaktır. Yiyeceksiz ve giyeceksiz kalmış, hayvanı ölmüş ve yangından ve sair sebeplerle evi harap olmuş kimselerin derdine de yardımcı olacaktır. Onlara ödünç para vermek, veresiye mal satmak veya başka yollarla yardımcı olmanın, dini vazifelerimizin başında gelmekte olduğunu belgeleyen Allah (c.c.) buyuruyor ki: “Kim ki Allah’a güzel bir ödünç versin de (Allah da) onu kat kat artırsın? Allah (kimini) daraltır, (kimini) genişletir. Siz (hepiniz) ancak ona döndürüleceksiniz.” [3]
Borç veren kimse, alacağı karşılığında Allah’ın (c.c.) rızasından başka hiçbir şey beklememelidir. Verdiği paraya karşılık olarak bir şey talep ederse, tefecilik yapmış ve faiz almış olur. Ödünç veren kimsenin menfaat temin etmesi haramdır. İnsan, bir iyilik yaparken faydalanmayı değil, karşısındaki insana faydalı olmayı esas olarak kabul etmeli ve bu yolda beklediği, ancak Allah Teâlâ’nın (c.c.) rızası olmalıdır.
Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdular: “Sattığı zaman kolaylık gösteren, satın aldığı zaman kolaylık gösteren, borcunu verdiği zaman ve alacağını istediği vakit kolaylık gösteren bir kimseye Allah (c.c.) rahmet etmiştir. Müsamaha gösterin ki, size de müsamaha gösterilsin. Eli darda olan bir borçluya mühlet veren veya alacağını onun için terk eden bir kimsenin hesap gününde hesabını, Allahu Azimüşşan (c.c.) çok kolay bir şekilde görecek; gölgesinden başka (arşının gölgesinden başka) gölge olmayan bir günde Allah (c.c.) o kimseyi arşının gölgesinde gölgelendirecektir. Cennetin kapısında gördüm, şöyle yazılıydı: “Sadaka on misline; borç vermek ise on sekiz mislinedir.”
[1] Tirmizi
[2] Tirmizi, İbnu Mace.
[3] Bakara sûresi, 2/245.
http://www.islamahlaki.com/default.asp?kat_no=1235
Gelirimiz ile giderimizde denge kurulmakla beraber, beklenmedik bir hadise karşısında böyle olur. Ani bir hastalık, ölüm ve yangın gibi bir durum, istemeyerek insanı bazen borcun altına iter. Böyle bir zaruret karşısında borç alacağımız vakit, İslâmi ölçüler dahilinde hareket etmelidir. Alacağımızı senetli olarak almalı ve iki şahit bulunamadığı zaman, bir erkek iki kadın, borç verme muamelesinin şahidi olmalıdır.
Borçlu bir mümin, hayati ve zaruri olan ihtiyaçlarından başka masraf yapmamak, asgari bir yaşama tarzı ile hareket edip, bir taraftan da borcunu kapatmak gayreti içinde olmalıdır. Râsûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.) buyuruyor ki, “Sizin hayırlılarınız, borcunu ödemekte en güzel (yolda) olanınızdır.” [1]
En güzel yol nedir? Borcunu ödemekte samimi bir niyet, eskiden olduğundan daha fazla çalışmaya gayret ve iktisada riayet göstermektedir. Böyle hareket eden bir kulun Cenâb-ı Hak (c.c.) koluna kuvvet ve malına bereket ihsan eder de, düştüğü darlıktan kurtarır; hiç ummadığı yerden rızık kapıları açar.
İslâmi esaslara bağlı bir mümin borcunu ödemeye muvaffak olmadan hastalanırsa, aile fertlerine, ölümünden sonra borçlarını ödemeleri için vasiyet etmelidir. Vasiyet etmemek, boynunda kul hakkı bulunduğu halde, kabirde azaba sebep olur. Rasûlullah Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: “Bir kulun, Allah’ın (c.c.) yasakladığı günahlardan sonra, Allah’ın (c.c.) katında karşılaşacağı günahların en büyüğü, üzerinde borç olduğu halde, onu ödeyecek bir şey bırakmadan ölmesidir.”
Ölen kimsenin yakınları, ölenin borcunu ödemekte ihmal göstermemelidir. Zira ‘Müminlerin ruhu (ölümünden sonra) borcu ödeninceye kadar, borç sebebiyle açıkta kalır.’ buyurulmaktadır. O kimsenin ahiretteki derecelere ve ebedi nimetlere kavuşabilmesi için, en kısa zamanda borçlarını kapatmalıdır. Borçlu olup, borcunu ödeyince malı kalmamak, çok çirkin bir şeydir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.): “Dört dirhem borçlu olan bir kişinin cenaze namazını kılmam.” buyururlardı.
Borcunu ödemeye imkân olduğu zaman, tehir etmeksizin hemen ödemelidir, velev ki borcun vakti henüz gelmeden evvel de olsa. Şart koşulan maldan daha iyisini ve daha güzelini teslim etmelidir. Eğer borcunu ödemekten aciz ise, kalbinde ne zaman imkan bulursa borcunu eda etmek niyeti olmalıdır. Râsûlullah (s.a.v.) : “Herhangi bir Müslüman ki, vakti gelince eda etmek üzere başkasından borç alıyorsa, Cenâb-ı Hak (c.c.) ona, koruyan ve borcunu eda edinceye kadar kendisine dua eden bir grup meleği vekil kılar.” buyurdular.
Hak sahibi, borçluya karşı kaba davranırsa, borçlu tahammül etmeli ve ona yumuşak bir şekilde karşılık vermelidir. Borçlu ile alacaklı arasında konuşma cereyan ettiği zaman, aracılık yapanların borçlunun lehinde konuşmaları ihsandandır; zira, borç veren kimse, büyük bir ihtimalle zenginliğinden borç vermiştir; borç alan ise ihtiyacından dolayı borçlanmıştır. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.): “Kardeşine yardım et! İster zalim, ister mazlum olsun!” Ashab-ı kiram: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Biz nasıl zalim kardeşimize yardım edebiliriz?’ Rasûlullah (s.a.v.) “Kardeşini zulümden men etmekliğin, işte o ona yardımdır.” buyurdular.
Rasûlullah (s.a.v.): “Üç haslet vardır ki o üç hasleti işleyen bir kimse, cennetin hangi kapısından isterse içeri girer: Kim ki,
1. (Delilsiz ve şahitsiz) bir borcunu eda ederse;
2. Kendisiyle harp eden kimseyi affederse,
3. Her namazın akabinde ihlas suresini okursa.” buyurdular.
Rasûlullah (s.a.v.): “Cenâb-ı Hakkın (c.c.) nezdinde en sevimlisi, kişi, müminin kalbine sürur ve sevgiyi sokmalı, ondan bir gamını ve üzüntüsünü uzaklaştırmalı ve onun yerine borcunu ödemeli, veyahut da açlığını gidermelidir.” Buyurdular.
Ödünç istemek bazen, lazım ve caiz olur. Lazım olması üç türlüdür:
1. Lüzum-u icabi. Nafakası olmayanın, nafaka almak için ödünç istemesidir. (setr-i avret için elbise böyledir).
2. Lüzum-u akli. Evli olmayan kimsenin, kira veya satın almak için ödünç istemesidir. (soğuktan korunmak için elbise parası da böyledir.)
3. Evlenmek maksadıyla ödünç istemesidir.
Bu üç lüzumlu hal için ödünç istemek caiz olur. Yalnız bunlara ödünç verilir ve büyük sevap kazanılır. Başkalarına, (zalimlere, fasıklara) ödünç verilmez. Başkasına ödünç vererek kendini sıkıntıya düşürmek doğru değildir. Nisab miktarı mala malik olmayan kimsenin, kurban kesmek için ödünç istemesi caiz değildir.
Rasûl-i Ekrem (s.a.v.): “Her kim ödemek niyetiyle borçlanır (da borcunu ödeyemeyen ölürse) Allah Teâlâ (c.c.) kıyamet günü onun namına borcunu öder. Her kim de vermemek niyetiyle borçlanır da ölürse, kıyamet günü Allahu Teâlâ (c.c.) ona: “Kulumun hakkını alıp vermeyeceğini mi sandın?” buyurur: bunun üzerine; onun sevaplarından alınıp, alacaklının sevabına katılır. Şayet sevabı yoksa, alacaklının günahlarından alınıp onun sırtına yüklenir.” buyurmuştur.
Kıyamet günü borçlu çağırılır. Adam gelir ve Allah (c.c.)’ın huzuruna alınır. Allah Teâlâ (c.c.): “Ey ademoğlu! Bu borcu niçin yaptın ve niçin insanların hakkını zayi ettin?” diye sorar. Adam: “Ya Rabbi (c.c.)! Sen biliyorsun ki ben bunu aldım (bu borcu yaptım), yemedim, içmedim, giymedim, fakat ya yangın, ya hırsızlık veya da daha eksiğine vermekle zarar ederek harcadım.” der. Allah Teâlâ (c.c.) “Kulum! Doğru söyledin! Bunun borcunu ödemek bana düşer.” Allahu Teâlâ (c.c.) bir şey getirir; mizanına koydurur; böylece iyilikleri kötülüklerine üstün gelir ve Allah’ın (c.c.) fazlı ile Cennete girer.
Cabir (r.a.) şöyle anlatır: ‘Adamın birisi öldü. Kendisini yıkadık, kefenledik, koku sürdük ve namazını kıldırması için Rasûl-ü Ekrem’e (s.a.v.) namazını kıldırır mısınız?’ dedik. Rasûl-ü Ekrem (s.a.v.) bir adım attı, sonra: “Bu ölen adamın borcu var mı?” diye sordu. Biz : ‘iki dinar borcu vardır.’ dedik. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.) cenaze namazını kıldırmaktan vazgeçti. Ebu Katade (r.a.), bu iki dinar borcu benim olsun, dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.) “Allah (c.c.) borçlunun borcunu ödedi ve ölü iki dirhem borcundan kurtuldu mu?” dedi. Ebu Katade (r.a.): ‘Evet!’ deyince, Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) namazını kıldırdı. İki gün geçtikten sonra Rasûlullah (s.a.v.) Katade’ye: diye sordu. Ebu Katade: ‘Adam daha dün öldü.’ dedi. Rasûl-i Ekrem, ertesi gün “İki dinar ne oldu?” tekrar sordu; Katade: ‘Ödedim, ya Rasûlallah (s.a.v.)’ deyince Rasûl-i Ekrem (s.a.v.): “İşte ancak şimdi ölü azaptan kurtuldu.” buyurdular.
Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)’e borçlu ölen cenazeler getirilir. Rasûlullah (s.a.v.) “Borcunu ödeyecek bir şey bıraktı mı?” diye sorar. Kendisine: ‘Evet, borcuna yetecek kadar serveti var’ dendiği vakit namazını kılardı, aksi halde, “Namazını kılın.” buyururlardı.
Sa’d bin Kıyas (r.a.) hastalanmıştı. Kimse ziyaretine gelmeyince, yakınlarından sebebini sordu. Onlar da şöyle cevapladılar: ‘Hemen herkes sana borçlu, gelmeye utanıyorlar.’ Bunun üzerine Sa’d: ‘Allah kahretsin! Dünya malı, dostların ziyaretine mani oluyor!’ Hemen bir tellal çıkartarak, bütün borçlarını helal ettiğini duyurdu.
Peygamberimiz (s.a.v.): “Bir kimse, kibir, hıyanet ve borçtan arınmış olarak ölürse, Cennete girecektir.” buyurmuşlardır. [2]
Yunus Emre ne güzel ifade ediyor:
Mal sahibi, mülk sahibi,
Hani bunun ilk sahibi?
Mal da yalan, mülk de yalan,
Var biraz da sen oyalan.
Hz. Ömer (r.a.), Hz. Abdurrahman İbni Avf (r.a.)’a birini göndererek, ondan 400 dirhem borç para ister. Fakat para yerine şu cevabı alır: ‘Ey Emirel Müminin! Parayı benden mi istiyorsun? Halbuki Beytül-Mal (devlet hazinesi) senin yanındadır, şimdilik oradan al, sonra yerine koyarsın!’ Allah (c.c.) korkusu bütün varlığını kaplamış olan Hz. Ömer (r.a.) ona şöyle cevap verir: ‘Ey Abdurrahman! Ödünç parayı senden istiyorum; çünkü sana borçlanırsam, bir emir-i hak (ölüm) vukuunda borcumu ödeyememe halinde, mirasımdan bir para vererek seninle helalleşmek kolaydır; fakat Beytül-Mal’den alırsam, devlet hazinesine hissesi bulunan bütün Müslümanlarla helalleşmek zorunda kalırım. Bu taktirde mirasım kafi gelmeyeceği gibi, mizandaki sevabım dahi beni kurtaramaz.’ buyurdular.
Peygamber (s.a.v.) Ubey b. Ka’b (r.a.)’ın bir adamdan üç bin dirhem alacağını istediğini görür. Adamın darda olduğunu anlayınca: ‘Ey Ubey! Haydi ona ikram et!’ buyurur. Bunun üzerine Ubey (r.a.) kendisine borçlu olan adama dönerek: ‘Borcundan binini Allah (c.c.) için, binini O’nun Rasûlü (s.a.v.) için, kalan binini de senin için sana bağışladım! Çünkü sen, Müslümanlardansın!’ der. Rasûlullah (s.a.v.) de ona (üç kere) şu duada bulunur: “Allahım ! Ubey b. Ka’ba mağfiret et!”
Alacağı olan kimse, borçlu fakir ise, alacağımı ver, deyip sıkıştırmamalıdır. Zira Rasûl- i Ekrem (s.a.v.) “Alacaklı, borçluyu sıkıştırmazsa, her bir gününe sadaka sevabı verilir; bu da cömertliktir, güzel huydur.” buyurmuşlardır. İhsanın en büyüğü, en kıymetlisi, fakirlere veresiye verilmesidir. Parası, malı olmayanın borcunu uzatmalı (zaten Vaciptir.) İhsan, adl ve vazifedir. Fakat, alıp da ziyan ile satmadıkça veya muhtaç olduğu bir şeyi satmadıkça, ödeyemeyecek bir halde olanların ödemesine zaman vermek, ihsandır ve büyük sadakadır. Çünkü Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Kıyamette bir kimseyi hesaba çekerler: çok günah işlemiş; hiç iyilik yapmamış: “Sen dünyada hiç iyilik yapmadın mı?” derler. “Hayır! Yalnız çırağıma derdim ki: “Fakir olan borçluları sıkıştırma!” Bunun üzerine Allah Teâlâ (c.c.) buyuracak: “Ey kulum! Bu gün sen fakir, muhtaçsın! Senin dünyada benim kullarıma acıdığın gibi, bugün biz de sana acırız.” Buyurup onu affeder.”
Rasûlullah (s.a.v.) “Bir müslümana Allah (c.c.) rızası için ödünç veren kimseye, her gün malının hepsini sadaka vermiş gibi sevab verilir.” buyurdular.
Büyüklerimizden öyle kimseler vardı ki, borcun getirilmesini arzu etmezdi. Her gün, o malı sadaka vermiş gibi sevap kazanmayı tercih ederlerdi. Bir hadis-i şerifte Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Sadaka verilen her dirhem için on sevap, ödünç verilen her dirhem için ise, on sekiz sevap vardır. Çünkü borç ihtiyacı olana verilir, sadaka belki ihtiyacı olmayanın eline düşebilir.”
Borç ödemekte ihsan, istemeye gerek bırakmadan, önceden vermektir ve paranın en iyisini vermek ve kendi eli ile ve ayağına gidip vermektir. Onu birisini göndermeye mecbur bırakmamaktır. Çünkü Rasûl-i Ekrem (s.a.v.): “En iyiniz, borcunu iyi ödeyeninizdir. Ödünç alan bir kimse, iyice ödemeye niyet ederse, borcunu ödemesi için, melekler ona dua ederler.” buyurdular.
Bir kimse malı olduğu halde borcunu ödemeyi bir saat geciktirirse, zalim ve asi olur. Namaz kılarken de, oruç tutarken de, uykuda da, yani her an lanet altında bulunur. Borç ödememek öyle bir günahtır ki, uykuda bile durmadan yazılır. Değeri düşük olan para veya işe yaramayan mal vererek öder ve bunu hak sahibi beğenmeyerek alırsa, yine günah olur. Onu razı etmedikçe, yani gönlünü almadıkça, günahtan kurtulamaz.
Fakirlere, veresiye verip, parası olmayandan, istememeye niyet etmelidir. Borçlusu ölünce helal etmelidir. Büyüklerimizden yani selef-i salihinden bazısının dükkanında iki defter vardı. Birisine bilinmeyen isimleri yazardı ki hepsi fakir idi. Bazı borçlar karşısında isim de yazılı değildi. Böylece kendisi ölürse, kimse fakirlerden bir şey isteyemezdi. Fakat böyle tüccarlar da, en iyi sayılmazdı; en iyi olanlar, fakirler için hiç defter tutmayanlardı. İşte din büyükleri böyle ticaret yapardı.
Allah (c.c.) Bakara Suresi, 280. ayet-i celile’de şöyle buyurmaktadır: “Eğer borçlu darlık içinde ise, o halde ona genişlik vaktine kadar mühlet vermek var. Bununla beraber alacağınızı sadaka olarak bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz.”
İslâm dininin her emir ve yasağında getirdiği her prensipte sayısız nimetler vardır. Sıkıntı içinde kalmış bir Müslümana çeşitli imkânlar kullanılarak yardımcı olunması, bu tedbirlerden biridir; Müslümanlar arasındaki yardımlaşma, onların dindarlıkları için ayet-i kerimenin yeri ve değeri büyüktür. İslâm dini bir taraftan borçlu duruma düşmemeyi, borçlanmış ise bunun bir an önce ödenmesi gerektiğini telkin ederken, diğer taraftan Müslümanlara borçlunun yanı başında olmalarını emretmiştir. Bu emre göre, borçlu iyi niyetiyle olduğu halde, sırf çaresizlik nedeniyle borcunu ödeyemiyorsa, ona hem mühlet vermek ve hem de elbirliği ile ona yeni imkânlar sağlamak gereklidir. Böyle hallerde İslâm dini, alacaklıyı manen destekleyerek mühlet verilmesini ister. Hatta imkânı varsa alacağını bağışlamasını öğütler. Bu takdirde ecrin kat kat olacağını müjdeler; toplum içinde maddeten ve manen yaralanmış olan tarafları en şifalı bir metodla tedavi eder.
Her Müslüman, içinde yaşadığı cemiyetin ve insanların dertleri ile alakadar olacak ve din kardeşinin yardımına koşacaktır. Yiyeceksiz ve giyeceksiz kalmış, hayvanı ölmüş ve yangından ve sair sebeplerle evi harap olmuş kimselerin derdine de yardımcı olacaktır. Onlara ödünç para vermek, veresiye mal satmak veya başka yollarla yardımcı olmanın, dini vazifelerimizin başında gelmekte olduğunu belgeleyen Allah (c.c.) buyuruyor ki: “Kim ki Allah’a güzel bir ödünç versin de (Allah da) onu kat kat artırsın? Allah (kimini) daraltır, (kimini) genişletir. Siz (hepiniz) ancak ona döndürüleceksiniz.” [3]
Borç veren kimse, alacağı karşılığında Allah’ın (c.c.) rızasından başka hiçbir şey beklememelidir. Verdiği paraya karşılık olarak bir şey talep ederse, tefecilik yapmış ve faiz almış olur. Ödünç veren kimsenin menfaat temin etmesi haramdır. İnsan, bir iyilik yaparken faydalanmayı değil, karşısındaki insana faydalı olmayı esas olarak kabul etmeli ve bu yolda beklediği, ancak Allah Teâlâ’nın (c.c.) rızası olmalıdır.
Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdular: “Sattığı zaman kolaylık gösteren, satın aldığı zaman kolaylık gösteren, borcunu verdiği zaman ve alacağını istediği vakit kolaylık gösteren bir kimseye Allah (c.c.) rahmet etmiştir. Müsamaha gösterin ki, size de müsamaha gösterilsin. Eli darda olan bir borçluya mühlet veren veya alacağını onun için terk eden bir kimsenin hesap gününde hesabını, Allahu Azimüşşan (c.c.) çok kolay bir şekilde görecek; gölgesinden başka (arşının gölgesinden başka) gölge olmayan bir günde Allah (c.c.) o kimseyi arşının gölgesinde gölgelendirecektir. Cennetin kapısında gördüm, şöyle yazılıydı: “Sadaka on misline; borç vermek ise on sekiz mislinedir.”
[1] Tirmizi
[2] Tirmizi, İbnu Mace.
[3] Bakara sûresi, 2/245.
http://www.islamahlaki.com/default.asp?kat_no=1235
Hoş geldiniz. Fikirlerinizi paylaşmanızdan mutluluk duyarız