
Fetva ; Fıkhî bir meselenin fakih bir kişi tarafından dinî-hukukî hükmünün açıklanmasıdır.
Fıkıh terimi olarak “sorulan fıkhî bir meseleye yazılı veya sözlü olarak verdiği cevap, ortaya koyduğu hüküm” demektir. Örfte ise sorulan dinî sorulara müftüler tarafından yazı ile verilen cevaptır. Fıkhî bir meselenin hükmünü fetvaya yetkili kişilerden sormaya istiftâ (suâl), fetvayı isteyene müsteftî (sâil), böyle bir meseleyi açıklamaya veya meselenin hükmünü sözlü veya yazılı olarak cevaplandırmaya iftâ, verdiği fetva ile hükmü açıklayana da müftî (mucîb) denir. Kendisine dayanılarak fetva verilen şer‘î hükme veya bir hadise hakkında ortaya konulan çeşitli görüşlerden fetva için tercih edilene müftâ-bih, müftünün fetva verirken ve müsteftînin fetva isterken bilmeleri ve riayet etmeleri gereken usul ve kaidelere âdâbü’l-müftî (âdâbü’l-fetvâ, resmü’l-müftî) adı verilir. Bir mesele hakkındaki muhtelif fıkhî görüşlerden hangisinin fetvaya daha elverişli olduğunu gösteren tabirlere alâmâtü’l-iftâ (alâmâtü’l-fetvâ) denir. Meselâ, “Bununla fetva verilir, fetva bunun üzerinedir, bugün amel bunun üzerinedir, sahih olan budur” tabirleri gibi.
Kur’ân-ı Kerîm’de fetva kelimesi ve türevleri dokuz âyette geçmekte olup hepsinde sözlük anlamına paralel olarak, hakkında bilgi edinilmek istenen bir konuda görüş sorma veya görüş bildirme (en-Nisâ 4/127, 176; el-Kehf 18/22; en-Neml 27/32), soru sorma (es-Sâffât 37/11, 149), rüyayı yorumlama (Yûsuf 12/41, 43, 46) vb. anlamlara gelir. Ayrıca on beş âyette yer alan “yes’elûneke” (senden soruyorlar) ifadesi de (bk. M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “sʾel” md.) genellikle, “Senden konuyla ilgili dinî hükmün ne olduğunu soruyorlar” anlamını taşımaktadır.
Kişinin doğumundan ölümüne kadar devam eden zaman dilimi içinde uygulamak zorunda olduğu dinî hüküm ve kurallar peygamberler aracılığı ile gönderilen ilâhî kitaplarda belirtilmiştir. İslâm toplumunda ideal olan, her müslümanın günlük hayatında uygulayacağı hüküm ve kuralları dinin asıl kaynağından yani Kur’an ve Sünnet’ten öğrenmesi ise de bunun bütün fertler bakımından gerçekleşmesi mümkün değildir. Ülke, dil, renk ve cins farkı gözetilmeksizin yeryüzündeki bütün insanlar ilâhî vahye muhatap olup önce Allah’a iman etmek, sonra da O’nun peygamber aracılığıyla gönderdiği dini benimseyip onun emir ve yasaklarına uymakla yükümlü sayılır. Ancak insanların sahip oldukları kabiliyet ve imkânlar, onların dinî hüküm ve esaslara ayrıntılı şekilde vâkıf olmalarına ve kendi hayatlarını buna göre düzenlemesine imkân vermez. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerîm’de de işaret edildiği gibi (et-Tevbe 9/122) her toplumda belli bir kesimin dinî ilimlerde ihtisaslaşması ve böylece dinin anlaşılması, yorumlanması, ferdî ve içtimaî hayatta insanlara yön verecek ilke ve hükümlerin onun aslî kaynaklarından çıkarılması işini üstlenmesi gereklidir. Kur’an’da, “Eğer bilmiyorsanız bilenlere sorunuz” (en-Nahl 16/43; el-Enbiyâ 21/7) ve, “Hakkında bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme” (el-İsrâ 17/36) meâlindeki âyetler (krş. el-Bakara 2/67; el-En‘âm 6/35; el-A‘râf 7/199), hem toplum hayatında iş bölümünün önemine işaret etmekte, hem de bunun dinî ilimler de dahil olmak üzere her alanda bilgi, ihtisas ve liyakate dayalı şekilde gerçekleşmesinin gerekliliğini vurgulamaktadır. Mazeretinden dolayı teyemmümle yetinmesi gereken bir sahâbîye su ile boy abdesti aldıran ve bu yüzden hastalanıp ölmesine sebep olanlar hakkında, “Allah onları kahretsin, adamı öldürdüler; mademki bilmiyorlar, bilene sorsalar ya! Aczin, bilgisizliğin çaresi ve ilâcı sormaktır” (Müsned, I, 330) diyen Hz. Peygamber insanları daima ilme teşvik etmiş, bilgisizliği ve bundan kaynaklanan cüretkârlığı kınamıştır. Bu sebeple, Allah katında özel yetki ve güçlerle donatılmış din adamları (ruhban) sınıfının bulunmadığı İslâm dininde Kur’an ve Sünnet’in iyi anlaşılmasını ve insanlara aktarılmasını sağlayacak, bunlardan hüküm çıkararak bütün müslümanlara yol gösterecek âlimlerin yetişmesi farz-ı kifâye kabul edilmiştir. Çünkü Kur’an ve Sünnet’te hükümler çok defa genel ve mutlak, naslar da sınırlı olup onlardan hüküm elde edilmesi, “ictihad” denilen dinî hüküm ve bilgi elde etme metodolojisini gerekli kılmıştır. Fetva da ictihada yakın bir anlam taşıyarak hem dinî-hukukî bir konu hakkında dinin asıl kaynaklarında mevcut bilgi ve hükmün açıklanması, hem de hakkında hüküm bulunmayan konularda belli kaynak ve metotlara bağlı kalarak dinî-hukukî hükmün elde edilmesi ameliyesinin genel adı olmuş, Müftünün fetvası bir bakıma, Kitap ve Sünnet’te yer alan dinî hükmün açıklanması ve kapsamının belirlenmesi demektir. Bundan dolayı fetva mahiyetindeki cevaplar hem soranı hem de başkalarını ilgilendiren genel bir hüküm mahiyetindedir.
Türkiye Cumhuriyeti’nde Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı müftülük teşkilâtı vardır. Bu teşkilât diğer resmî ve idarî görevleri yanında halkın dinî sorularını cevaplandırmakla da görevlidir. Ancak fetva vermeye yetkili bulunduğu alanlar oldukça sınırlı olup kanunlarla düzenlenmiş hukukî meseleler hakkında bir devlet organı sıfatıyla fetva veremez. Bu bakımdan bugün Diyanet İşleri Başkanlığı ve müftülükler tarihte olduğu gibi bir fetva kurumu olarak düşünülemez.
İslâm âlimlerinin genel kabulüne göre müftünün fetvası “şer‘-i müevvel”dir ve “şer‘-i münzel” olan Kitap ve Sünnet’in açıklamasıdır. Buna göre müftü, “Helâldir, haramdır, câizdir, câiz değildir, bu işin dinî hükmü şudur” gibi ifadelerle şâriin helâl, haram, sıhhat, fesad vb. hükümlerini nakletmekte veya açıklamaktadır.
İslâm âlimlerinin genel kabulüne göre müftünün fetvası “şer‘-i müevvel”dir ve “şer‘-i münzel” olan Kitap ve Sünnet’in açıklamasıdır. Buna göre müftü, “Helâldir, haramdır, câizdir, câiz değildir, bu işin dinî hükmü şudur” gibi ifadelerle şâriin helâl, haram, sıhhat, fesad vb. hükümlerini nakletmekte veya açıklamaktadır.
Kur’ân-ı Kerîm’de, “Allah bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır” (el-A‘râf 7/33); “Dillerinizin uydurduğu yalana dayanarak, ‘Bu helâldir, şu da haramdır’ demeyin, çünkü Allah’a karşı yalan söylemiş olursunuz. Şüphesiz Allah’a karşı yalan uyduranlar hiçbir zaman kurtuluşa eremezler” (en-Nahl 16/116) denilmek suretiyle kişinin yeterli bilgiye sahip olmadan dinî konularda hüküm vermesinin ağır bir vebal olduğu bildirilmiştir. Hz. Peygamber bilmedikleri şeyler hakkında hemen fetva vermeye cüret edenler hakkında, “Bir kimseye ilimsiz fetva verilirse bunun günahı sadece bu fetvayı verene ait olur” (Ebû Dâvûd, “ʿİlim”, 8); “Sizin fetva vermeye en cüretkâr olanınız, cehenneme atılmaya en cesaretli olanınızdır” (Dârimî, “Muḳaddime”, 20) demiş; “Yüce Allah ilmi kullarının kalbinden silmek suretiyle değil âlimlerin ruhunu kabzetmek suretiyle kaldırır. Nihayet hiçbir âlim kalmayınca halk kendilerine cahil birtakım kimseleri önder edinir. Bunlara mesele sorulur. Onlar da ilimleri olmadığı halde fetva verirler de hem kendileri sapıklığa düşer, hem de halkı doğru yoldan saptırırlar” (Buhârî, “ʿİlim”, 34; Müslim, “ʿİIim”, 13) meâlindeki hadisinde de dinî konularda ancak bilgi ve ihtisasa dayalı olarak hüküm verilip açıklama yapılabileceğini vurgulamıştır. ( Kaynak :DİB İslam Ansiklopedisi)
Vaizlik Nedir ?
Bütün Peygamberler gibi Rasulullah Efendimiz (s.a.s.) de her fırsatta insanlara iyiyi, doğruyu ve güzeli anlatmış ve onları kötülüklerden sakındırmıştır. Bu itibarla Efendimiz dinimizde ilk vaiz olarak, diğer önemli görevleri yanında insanlara telkin ve tavsiyelerde bulunmuş, vaaz edip öğütler vermiştir. Allah Resulü, özellikle bayram hutbelerinde müminlere vaaz ve nasihatte bulunmuştur.
Hz. Peygamber (s.a.s), sahabeden bazılarını da vaaz ve irşat faaliyetlerinde görevlendirmiştir. Ubeyd b. Sehr'den rivayet edildiğine göre Yemen'e gönderdiği arkadaşlarından her birine Kur'ân'ı Kerim’in öğrenilmesini sağlamalarını, zaman zaman da Müslümanlara vaaz etmelerini emretmiştir. Vaaz etmelerinin gerekçesi olarak da vaaz ve nasihatin müminlerin salih ameller işlemesinde en kuvvetli etken olduğunu belirtmiştir
Peygamberimiz’in vefatından sonra devlet başkanı olan halîfeler de vaazları ve diğer konuşmalarıyla vaaz ve nasihat faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Sahabe ve Tabiîn devrinde vaaz ve irşat faaliyetleri önemini korumakla birlikte yeni bir boyut kazanmıştır.
Osmanlılar döneminde de vaaz ve irşat hizmetlerine önem verilmiştir. Bu görev gerek camilerdeki ders halkalarıyla alimler tarafından, gerekse belirli gün ve gecelerde vaizler tarafından, halkın dini konularda aydınlatılması şeklinde yerine getirilmiştir. Bilhassa selâtin camilerde vaaza ve vaizlere ayrı bir önem verilmiştir. Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerinde vaiz, imam ve hatipler medreselerde yetişmiştir. Bunların bir kısmı yüksek düzeyde eğitim alarak, bir kısmı da daha alt düzeyde bir eğitimle bu
görevi yerine getirmişlerdir.
Cumhuriyet döneminde, Diyanet İşleri Başkanlığı, kurulduğu 3 Mart 1924 tarihinden itibaren vaaz ve irşat hizmetlerine özel bir önem vermiş ve vaiz istihdam etmeye başlamıştır. Başkanlığın ilk döneminde vaizler, Osmanlı Medreselerinden mezun olanlar ve özel ilim tahsil edenler arasından atanarak, halkı dinî konularda aydınlatmakla yükümlü tutulmuşlardır.
1965 yılında çıkarılan kanunla vaiz olabilmek için dini yüksek öğrenim veya imam-hatip okulunun 2. devresini bitirmiş olma şartı getirilmiş, gerek kadro gerekse görev alanlarında yeni düzenlemelere gidilmiştir. Sonraki yıllarda çıkarılan mevzuat ile de vaizlere gerektiğinde ceza infaz kurumları, hastaneler, KYK yurtları, fabrikalar ve benzeri yerlerde vaaz etme görevi verilmiştir.
Başkanlığın 2010 yılında yürürlüğe giren yeni teşkilat kanunu ile vaizlik müessesesine önemli bir yenilik getirilerek kariyer sistemine geçilmiştir. İlgili mevzuata göre ilk defa vaiz olarak atanabilmek için dört yıllık dinî yükseköğrenim mezunu olmak ve ihtisas kursunu başarı ile bitirmek gerekmektedir. Daha sonraki süreçte gerekli şartları taşıyan vaizlere, uzman vaiz ve başvaiz olma imkanı sağlanmıştır. Ayrıca Başkanlık Vaizliği kadrosu da görev ve özlük hakları bakımından iyileştirilerek cazip hale getirilmiştir.
(Kaynak : Din Hizmetleri Genel Müdürlüğü yazısı)
Son Olarak;
Bugün atama ile müftülük makamına oturanların çoğunun gerçek müfti olmadığı, fetva verme, kıyas yapma, ictihad çıkartacak kadar bilgisi olmadığını iddia edenlerin sayıca çoğaldığına bakıldığında bu işi Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu'nun yüklendiğini söyleyebiliriz. Ne var ki, Diyanet İşleri Başkanlığının zaman zaman siyasi erke bağlı dönemler yaşadığı bilindiğinde bu dönemlerde tehlikeli fetvalar verdiği de bilinmektedir.
Son dönemde gündeme düşen "fetva vaizliği sistemi"ne bağlı olarak çalışmalar içine giren DİB (Diyanet İşleri Başkanlığı) cuma hutbelerinde gözle görünür halde halkın genellikle merak ettiği soruları cuma hutbelerinde ya da vaazlarında uygulamaya soktuğu görülüyor.
Buna göre Diyanetin, fetva kuruluna sorulan soruları artık cuma hutbelerinde ya da vaazlarda sıkça karşımıza çıkaracak bir sistemle ne kadar başarılı olacağı da merak ediliyor. Zira vaaz veren kimselerin de kişisel görüş, bilgi ve geleneği, yetiştiği kurum ( okul/medrese) göz önüne alarak ekleme çıkartma yapacağı da kaçınılmaz bir durum olacaktır. Hatta diyanetin tv'sinde sorulara cevap veren fetva kurulu üyelerinin aynı sorulara birbirinden farklı cevaplar verdiği de biliniyor. Zira vaizlik ve müftülük müessesinin son yılarda liyakate göre değil atama şartlarına olduğu da bu kurumu zedelemeye yettiği de görülmektedir.
Erol Kara @dinierk için araştırdı
Hoş geldiniz. Fikirlerinizi paylaşmanızdan mutluluk duyarız