Ogier Ghislain de Busbecq, bir büyükelçi..
Belçikalı...
Dönem, Kanuni Sultan Süleyman devri.
Kanuni döneminde Nemçe temsilciliği maksadıyla İstanbul'da bulunmuş ve Avrupa'ya laleyi ilk kez götüren kişi..
Yani, Bizim olanı yurt dışına çıkaran kişi.
Aynı dönemde hem Avusturya dükü, hem Bohemya kralı, hem kısmi Macar kralı, hem de Habsburg hanedânı'nın başını çeken ve Şarlken'in akrabası olma vasıflarını taşıyabilen kral 1. Ferdinand'ın elçisidir.
Busbeke, 1555 - 1562 yıllar arasında 7 yıl Türkiye'de kalmış,
Adı Fransız imlâsına uydurularak Ogier (Augier) Ghislanin (Ghislen) de Busbecq şeklinde yazılmış ve daha çok Fransızca şekliyle tanınmıştır; Türkçe’de sadece Busbeke olarak bilinir.
Çok hassas bir dönemde devletinin çıkarlarına en uygun çözümleri getirmeye çalışan Busbeke, o sırada Anadolu’da bulunan padişahı görmek için Amasya’ya kadar yaptığı seyahatte ve İstanbul’da gördüklerini çok süslü bir üslûpla yazdığı dört Latince mektupta anlatmıştır.
Sekiz yıl içinde bir taraftan da bazı bitkilerle eski sikke ve özellikle nâdir el yazması kitapları toplayarak, memleketine döndüğünde götürmüştür. (*) ( Siz kaçırmıştır, diyebilirsiniz).
Busbeke’in Türkiye tarihi bakımından en değerli eseri, Venedik’te bulunduğu sırada dost olduğu Nikolaus Michault’ya yazdığı dört uzun Latince mektuptur. İstanbul’da görev yaparken, arkadaşına yazdığı mektuplar kitap haline getirildi.
1936 yıllarına doğru Hüseyin Cahit Yalçın tarafından İngilizce’den Türkçe’ye çevrilerek Fikir Hareketleri dergisinde kısmen basılmış, sonra Türk Mektupları adıyla Remzi Kitabevi tarafından kitap halinde yayımlanmıştır (İstanbul 1939). İngilizce’den Türkçe’ye ikinci tercümesi Osman Yüksel Serdengeçti tarafından Kanunî Devrinde Bir Sefirin Hâtıratı başlığı ile (Ankara 1953), üçüncü tercümesi ise Aysel Kurutluoğlu tarafından Türkiye’yi Böyle Gördüm (İstanbul, ts.) adıyla yayımlanmıştır.
Busbeke hakkında fazla bahsetmeden, mektuplarında Türk toplum ve aile yaşantısından ne şekilde bahsettiğinden ana başlıklar halinde aktarmaya çalışalım.
Başta İstanbul olmak üzere Osmanlı ülkesinin dört bucağında uzun zaman geçiren Busbeke, o dönemde yaşadıklarını, gördüklerini, duyduklarını söz verdiği gibi dostu Machault’a mektuplarla anlattı. Kanuni’nin Hürrem’le ve şehzadeleri ile ilişkilerinden Rüstem Paşa’nın maddiyata düşkünlüğüne, Osmanlı ordugâhlarındaki düzenden hamam âdetlerine, sokaklardaki hayvanlardan güncel dedikodulara, yaşanan depremlerden dilencilere pek çok konuyu paylaşır.
Dilencilerin İstanbul ve Anadolu’da Batı’da olduğundan çok daha az olduğunu söyler. Yazarın Osmanlı şehirlerinde bulunan dilenciler hakkında verdiği bu bilgiler, dönemin iktisadi hayatını anlamak için şüphesiz kayda değerdir.
Busbeke’nin arkadaşıyla dertleşmek için yazdığı bu mektuplar, Avrupa’da asırlar boyunca okunacak bir kaynak oldu.
Aslında bu yazılarının asıl sebebi Türklere nasıl karşı koyabiliriz sorusunun cevabını aramaktı. Bunu açıklarken arka planda 16’ncı Yüzyıl İstanbul’unun ve hayat şeklinin dürüst bir manzarasını ortaya koyuyordu.
Busbeke, bazı eleştiriler yapmakla birlikte, beğendiklerini de ifade etmekten kaçınmamıştır. Ordunun disiplini, Türk hamamları ve Türklerin beden temizliğine verdiği önem, giysilerinin rahatlığı ve renkleri, atları ile olan insancıl ilişkileri, Busbeke’i çok etkilemişti.
Busbeke mektuplarında Osmanlı‘da kadının hukuki statüsünden de bahsediyordu. Türk kadınının boşanma talebinde bulunabildiğini, bu yönüyle,Osmanlı’nın Avrupa’dan ileri olduğunu belirtmesi ilgi hak eden bilgiler arasında. Çağdaş gözlemciler geriye doğru yapılan tanımları boşa çıkartabiliyorlar.
Elçi Busbeke, her ne kadar bu toprakların Osmanlı’nın elinde harcandığını, hatta toprağın matem tuttuğunu, Hıristiyan kültürüne hasret içinde olduğunu düşünse de ‘yiğidi öldür hakkını ver’ cinsinden açıklamaları da var kitapta. Busbeke, zamanın korkulan ama çok saygı duyulan imparatorluğa, özellikle ordusuna hayranlığını açıkça ifade ediyor.
(*) TDV İslam Ansiklopedisi
(**) Türkinfo
Yani, Bizim olanı yurt dışına çıkaran kişi.
Aynı dönemde hem Avusturya dükü, hem Bohemya kralı, hem kısmi Macar kralı, hem de Habsburg hanedânı'nın başını çeken ve Şarlken'in akrabası olma vasıflarını taşıyabilen kral 1. Ferdinand'ın elçisidir.
Busbeke, 1555 - 1562 yıllar arasında 7 yıl Türkiye'de kalmış,
Adı Fransız imlâsına uydurularak Ogier (Augier) Ghislanin (Ghislen) de Busbecq şeklinde yazılmış ve daha çok Fransızca şekliyle tanınmıştır; Türkçe’de sadece Busbeke olarak bilinir.
Çok hassas bir dönemde devletinin çıkarlarına en uygun çözümleri getirmeye çalışan Busbeke, o sırada Anadolu’da bulunan padişahı görmek için Amasya’ya kadar yaptığı seyahatte ve İstanbul’da gördüklerini çok süslü bir üslûpla yazdığı dört Latince mektupta anlatmıştır.
Sekiz yıl içinde bir taraftan da bazı bitkilerle eski sikke ve özellikle nâdir el yazması kitapları toplayarak, memleketine döndüğünde götürmüştür. (*) ( Siz kaçırmıştır, diyebilirsiniz).
Busbeke’in Türkiye tarihi bakımından en değerli eseri, Venedik’te bulunduğu sırada dost olduğu Nikolaus Michault’ya yazdığı dört uzun Latince mektuptur. İstanbul’da görev yaparken, arkadaşına yazdığı mektuplar kitap haline getirildi.
1936 yıllarına doğru Hüseyin Cahit Yalçın tarafından İngilizce’den Türkçe’ye çevrilerek Fikir Hareketleri dergisinde kısmen basılmış, sonra Türk Mektupları adıyla Remzi Kitabevi tarafından kitap halinde yayımlanmıştır (İstanbul 1939). İngilizce’den Türkçe’ye ikinci tercümesi Osman Yüksel Serdengeçti tarafından Kanunî Devrinde Bir Sefirin Hâtıratı başlığı ile (Ankara 1953), üçüncü tercümesi ise Aysel Kurutluoğlu tarafından Türkiye’yi Böyle Gördüm (İstanbul, ts.) adıyla yayımlanmıştır.
Busbeke hakkında fazla bahsetmeden, mektuplarında Türk toplum ve aile yaşantısından ne şekilde bahsettiğinden ana başlıklar halinde aktarmaya çalışalım.
Başta İstanbul olmak üzere Osmanlı ülkesinin dört bucağında uzun zaman geçiren Busbeke, o dönemde yaşadıklarını, gördüklerini, duyduklarını söz verdiği gibi dostu Machault’a mektuplarla anlattı. Kanuni’nin Hürrem’le ve şehzadeleri ile ilişkilerinden Rüstem Paşa’nın maddiyata düşkünlüğüne, Osmanlı ordugâhlarındaki düzenden hamam âdetlerine, sokaklardaki hayvanlardan güncel dedikodulara, yaşanan depremlerden dilencilere pek çok konuyu paylaşır.
Dilencilerin İstanbul ve Anadolu’da Batı’da olduğundan çok daha az olduğunu söyler. Yazarın Osmanlı şehirlerinde bulunan dilenciler hakkında verdiği bu bilgiler, dönemin iktisadi hayatını anlamak için şüphesiz kayda değerdir.
Busbeke’nin arkadaşıyla dertleşmek için yazdığı bu mektuplar, Avrupa’da asırlar boyunca okunacak bir kaynak oldu.
Aslında bu yazılarının asıl sebebi Türklere nasıl karşı koyabiliriz sorusunun cevabını aramaktı. Bunu açıklarken arka planda 16’ncı Yüzyıl İstanbul’unun ve hayat şeklinin dürüst bir manzarasını ortaya koyuyordu.
Busbeke, bazı eleştiriler yapmakla birlikte, beğendiklerini de ifade etmekten kaçınmamıştır. Ordunun disiplini, Türk hamamları ve Türklerin beden temizliğine verdiği önem, giysilerinin rahatlığı ve renkleri, atları ile olan insancıl ilişkileri, Busbeke’i çok etkilemişti.
Busbeke mektuplarında Osmanlı‘da kadının hukuki statüsünden de bahsediyordu. Türk kadınının boşanma talebinde bulunabildiğini, bu yönüyle,Osmanlı’nın Avrupa’dan ileri olduğunu belirtmesi ilgi hak eden bilgiler arasında. Çağdaş gözlemciler geriye doğru yapılan tanımları boşa çıkartabiliyorlar.
Elçi Busbeke, her ne kadar bu toprakların Osmanlı’nın elinde harcandığını, hatta toprağın matem tuttuğunu, Hıristiyan kültürüne hasret içinde olduğunu düşünse de ‘yiğidi öldür hakkını ver’ cinsinden açıklamaları da var kitapta. Busbeke, zamanın korkulan ama çok saygı duyulan imparatorluğa, özellikle ordusuna hayranlığını açıkça ifade ediyor.
Türk Mektupları, gözleme dayandığı için roman gibi bir çırpıda okunabiliyor. Busbeke için, ‘sadece Osmanlı hakkında bilgi veriyor’ demek hata olur. O aynı zamanda bir Avrupalının ahlâk anlayışı ile Osmanlı’yı kıyaslıyor, yer yer özeleştiri yapmaktan da çekinmiyor.
Osmanlı’nın başarılı olmasının altında yatan nedenleri irdeleyen Busbeke, Osmanlının bu başarısını, adaletli olmalarına bağlıyor ve şöyle diyor: “Sultan’ın karargâhında tek kişi yoktu ki itibarını kendi meziyetlerinden başka bir şeye borçlu olsun, doğduğu aileden dolayı diğerlerinden farklı kılınsın. Kişiye, verdiği hizmetlere göre saygı gösteriliyor. Türk imparatorluğunda her insanın içine doğduğu şartları değiştirme imkânı vardır. İşte Türkler bu nedenle neye teşebbüs etseler başarılı oluyorlar. Sanatı ve bilimleri keşfeden bu topraklar, bizlere devrettiği medeniyeti geri almak için müşterek inancımız adına yabaniliğe karşı bizden yardım bekliyor. Ama hepsi boşuna. Hıristiyanlığı sahiplenenlerin akıllarında başka istekler hakim.”
Türkler kendi aralarında kişisel faziletten başka hiçbir şeye değer vermeyip liyâkatı esas alırlar: “Türkler arasında itibar, hizmet ve idari mevkiler, kabiliyet ve faziletin mükâfatı oluyor. Kişi tembel ve sahtekâr ise hiçbir zaman yükselmiyor, küçümsenip hakir görülüyor. İşte Türkler bu nedenle neye teşebbüs etseler başarılı oluyorlar ve hükmeden bir ırk olarak hâkimiyetlerini her gün genişletiyorlar.
Türkler kendi aralarında kişisel faziletten başka hiçbir şeye değer vermeyip liyâkatı esas alırlar: “Türkler arasında itibar, hizmet ve idari mevkiler, kabiliyet ve faziletin mükâfatı oluyor. Kişi tembel ve sahtekâr ise hiçbir zaman yükselmiyor, küçümsenip hakir görülüyor. İşte Türkler bu nedenle neye teşebbüs etseler başarılı oluyorlar ve hükmeden bir ırk olarak hâkimiyetlerini her gün genişletiyorlar.
Bizim usullerimiz ise çok farklı. Bizde meziyete yer yoktur. Her şey doğuma dayanır ve yüksek mevkilerin yolunu açan sadece soylu olmaktır.” (s.66) Bunların yanı sıra seyyah Türklerin günlük işlerinde dahi intizama dikkat ettiklerini gözlemlemiştir. At eğitiminde Türklerin mahir ve merhametli olduklarını anlatırken şöyle söyler: “Atların sahibi binsin! diye bir komutla diz çökecek ve yerdeki bastonu, sopayı veya kılıcı dişleriyle alıp sırtındaki biniciye verecek şekilde terbiye etmekten hoşlanırlar.” (s.118) Yazar Türklerin atı çokça kullanmalarının yanı sıra at etini de yediklerini söylemektedir. Busbecq kitabında askerlere kumaş dağıtımı yapılırken iltimas kuşkusunu ortadan kaldırmak için askerlerin karanlıkta bölük bölük çağrıldığından ve maaş dağıtımında ise akçelerin sayıyla değil, tartıyla verildiğinden bahseder. Osmanlı hanlarında din farkı gözetilmeksizin hiç kimsenin kapıdan geri çevrilmediğini, misafirperverlikle karşılandığını anlatır. Osmanlıların sade bir hayat yaşadığını şu cümlelerle özetler: “Türklerin bir özelliği de binalarında ihtişamdan kaçınmalarıdır. Bu gibi şeylere önem vermeyi, kendilerini beğenmişlik, gurur ve gösteriş olarak addediyorlar; bunlar adeta insanın bu dünyada ebediyen var olmayı beklediğine işaret edermiş gibi. Evlerine bir yolcunun hana baktığı gözle bakıyorlar.” (s.13) Seyyah ayrıca Müslüman Türklerin çiçeğe düşkün olduklarını ve gül yaprağının yere düşmesini hiçbir zaman hoş karşılamadıklarından ve ona büyük saygı gösterdiklerinden bahseder.
Kitap, Türklerin aile yapıları hakkında günümüze ışık tutacak bilgiler de sunmaktadır. Kitaba göre Türkler, kadınlarının iffetine diğer milletlerden çok daha fazla önem verirler. Avrupa’daki gelişmeleri yakından takip etmiş ve derhal sahiplenmişlerdir. Türklerin kitap basmaya ve meydan saatleri dikmeye hiçbir zaman istekli olmadıklarını vurgular.
Kitap, Türklerin aile yapıları hakkında günümüze ışık tutacak bilgiler de sunmaktadır. Kitaba göre Türkler, kadınlarının iffetine diğer milletlerden çok daha fazla önem verirler. Avrupa’daki gelişmeleri yakından takip etmiş ve derhal sahiplenmişlerdir. Türklerin kitap basmaya ve meydan saatleri dikmeye hiçbir zaman istekli olmadıklarını vurgular.
Busbeke mektuplarında, Türklerin hangi renkleri uğurlu, hangi renkleri uğursuz addettiklerinden de bahsediyor. Siyahın kötü ve talihsizlik getiren bir renk olduğuna inanıldığını yazan Busbeke, “Türkler siyahın giyilmesini uğursuzluk sayıyor. Öyle ki paşalar bizi birkaç defa siyah elbiselerle görünce ciddi şikâyetlerde bulunmuşlardı. Pembe renk ise seçkinlik alametidir. Ancak savaş zamanı ölümün habercisi addedilir. Beyaz, sarı, mavi, menekşe, kurşuni ve diğerleri daha uğurlu renkler sayılır.” diyor. Makamı ne olursa olsun Türklerin kıyafetlerinin aynı olduğunu söyleyen Busbeke, “Rengârenk kıyafetler, her tarafta atlas kumaşların pırıltısı. Gözlerime böyle güzel bir manzara sunulmamıştı. Bütün bu ihtişamın içinde yine büyük bir sadelik ve tasarruf göze çarpıyor.” diyor.
Busbeke, İstanbul’da olduğu dönemde sarayda yaşanan olaylardan da haberdar. Dostu Machault’ya bunları da yazıyor: “Türk sultanlarının oğlu olmak büyük bir mutsuzluk, zira aralarından biri babasının yerine tahta geçtiğinde, bu diğerleri için kaçınılmaz bir ölüm demek. Onları zorlayan aslında hassa askerlerinin davranışıdır. Eğer tahta geçenin kardeşlerinden biri hayatta kalabilmişse bu askerler sultandan devamlı olarak ihsan talep ederler. Dolayısıyla Türk sultanları ellerini kardeş kanıyla kirletmek zorunda kalır.”
Busbeke, Türk yurdunun mimarisinden daima söz etmiş ve bu hususta dikkatini çekenleri şöyle yorumlamış:
“Türklerin bir özelliği de binalarında ihtişamdan kaçınmaları. Bu gibi şeylere önem vermeyi kendini beğenmişlik, gurur ve gösteriş addediyorlar -bunlar adeta insanın bu dünyada ebediyen var olmayı beklediğine işaret edermiş gibi. Evlerine, bir yolcunun hana baktığı gözle bakıyorlar. Onları hırsızlardan, sıcak, soğuk ve yağmurdan koruyorsa başka bir lüks aramazlar. İşte bu nedenle bütün Türk diyarında zarif bir eve sahip zengin bulmak zordur. Sıradan halk kulübelerde ve küçük evlerde yaşar. Ancak zenginler bahçe ve hamama düşkündür. Kalabalık ailelerini barındıracak büyük evleri vardır ama bu evlerde aydınlık revaklar, göz alıcı salonlar, muhteşem olan veya insanı cezbeden hiçbir şey yoktur.”
Türklerin misafirlere olan düşkünlüğü, tarihten bu yana süregelmektedir. İşte bu konu hakkında da Busbeke’in bilhassa hanlara dair görüşlerini yine mektuplardan şöyle öğreniyoruz:
“Bazen de bir Türk Hanında kaldım. Bunlar çok geniş ve ayrı ayrı yatak odaları olan gösterişli yapılar. Hıristiyan, Yahudi, fakir, zengin hiç kimse buradan geri çevrilmiyor, kapısı herkese açık. Paşalar ve sancak beyleri yolculukları sırasında buraları kullanırlarmış. Türk hanlarında her zaman bir saltanat sarayındaymışım gibi, misafirperverlikle karşılandım. Bu hanlardan konaklayanlara yemek verilmesi âdettir. Yemek zamanı bir hizmetkâr masa kadar kocaman bir tepsiyle çıkagelir. Tepsinin ortasında bir tabak etli bulgur, etrafında ekmekler ile bazen de bir petek bal olur.”
“Türklerin cesaretlerini fevkalade buluyordum. Gecenin karanlığına, ay ışığı olmamasına ve şiddetli rüzgârlara rağmen yola devamda hiç tereddüt etmediler. Kıyıdan suya uzanmış değirmenler ile kütüklerden ve ağaç dallarından dolayı sürekli tehlike içindeydiler. Kuvvetli rüzgâr, bulunduğum tekneyi sık sık ağaç köklerine suya uzanan dallara öyle bir şiddetle çarpıyordu ki her an parçalanmamız mümkündü. Hatta bir defasında güvertenin bir parçası büyük gürültüyle koptu. Yatağımdan fırlayarak gemicileri daha dikkatli olmaları için azarladım. Bana yüksek sesle verdikleri cevap sadece “Alaure” yani “Allah bizi korur” oldu.”
“Türkler yolculuk sırasında ete veya sıcak yemeğe rağbet etmezler. Hoşlandıkları şeyler ekşitilmiş süt, peynir, kuru erik, armut, şeftali, ayva, incir, kuru üzüm ve vişnedir. Bu meyveleri temiz suda kaynatıp büyük toprak tepsilere koyarlar. Herkes bundan canının çektiğini satın alır. Meyveyi ekmeğin yanında katık olarak yerler. Sonra da suyunu içerler. Böylece yiyecek ve içecek çok ucuza mal olur –öyle ki bizde bir kişinin günlük yemek masrafı bir Türk’ün 12 günde harcayacağı paradan daha çoktur. Hatta resmi ziyaferleri bile genellikle böreklerden, çeşitli tatlılardan, yanına koyun eti ve tavuk ilave ettikleri muhtelif pirinç yemeklerinden ibarettir. ”
“…Bütün bunlar size, Türklerin içinde bulunduğu şartlara karşı ne kadar büyük bir sabır, uyanıklık ve tasarrufla katlandığını gösterecektir. Seferde verilen alışılagelmiş yemeği beğenmeyen, özenle pişirilmiş zarif yiyecekler bekleyen bizim askerimizden ne kadar da farklı! Eğer arzuları yerine getirilmezse başkaldırıp kendi kendilerinin mahvına sebep olurlar. İstedikleri verilse bile yine kendilerini aynı şekilde perişan ederler. Çünkü her insanın baş düşmanı kendisidir ve aşırı olmaktan daha amansız bir hasmı yoktur. Düşman canını almakta gecikse de onu bu ölçüsüzlüğü yok eder. Türklerin düzenini bizimkiyle kıyasladığımda geleceğin başımıza getireceklerini düşünüyor ve ürküyorum… Onlarda güçlü bir imparatorluğun bütün kaynakları, yıpranmamış bir güç, dövüşte ustalık ve tecrübe, savaş görmüş askerler, zafere alışkanlık, zorluklara tahammül, beraberlik, düzen, disiplin, kanaatkârlık ve tedbir var. Yoksulluk, kişisel israf, zayıf bir güç, maneviyat bozukluğu, tahammülsüzlük, eğitimsizlik ise bizde. Asker itaatsiz. Subaylar para canlısı. Disiplin küçümseniyor. Başıboşluk, umursamazlık, ayyaşlık ve ahlaksızlık yaygın. En kötü olan da şu: düşman zafere alışkın biz ise yenilgiye. Sonucun ne olacağından şüphe edebilir miyiz ?” (**)
Türk Mektupları, Osmanlıları tanımak isteyen Avrupalıların yüzyıllar boyunca başvurduğu kaynak bir eserdir. Bu bağlamda Osmanlıların sosyokültürel ve iktisadi hayatını inceleyen Türk araştırmacılar için bu eser vazgeçilmez bir çalışmadır
(*) TDV İslam Ansiklopedisi
(**) Türkinfo
(***) Türk Mektupları Kanuni Döneminde Avrupalı Bir Elçinin Gözlemleri (İş Bankası)
Erol Kara @Dinierk için araştırdı
Hoş geldiniz. Fikirlerinizi paylaşmanızdan mutluluk duyarız