
Şehirler doldukça ibadethanelerin sayısı azalıyor. Şöyle bir başınızı kaldırın ve yeni yapılan, büyük projeler ve teknolojinin verdiği tüm imkânların kullanıldığı garip, soğuk, dimdik ve bakanın başını döndüren o çok katlı binaların olduğu mahallere gidin.
Yüzme havuzu, oyun parkı, koşu parkuru, spor salonu ve akla gelen ne varsa yapılmış ama camisi düşünülmeyen sitelere bakın.
İçerisinde binlerce insanın bulunduğu, kapısından neredeyse pasaportla gireceğiniz, her yanı kameralarla donatılmış o devasa sitelerin içerisinde cami bulamazsınız.
Ya da bir binanın altına sıkıştırılmış, kapıcı dairesi denilen yerlerde, bodrumlarda talibi çıkmamış bir köşesine derme çatma yapılmış ve mescit denilen yerler bulursunuz.
Ne zaman böyle devasa binaların bulunduğu sitelerden oluşmuş semtlere gitsem rahmetli Yahya Kemal Beyatlı’nın “Ezansız Semtler”(*) yazısı aklıma gelir ve buradan yola çıkarak bu tür yerlere “nasipsiz semtler” derim.
İstanbul’da para babalarının oturdukları semtlere gittiğinizde, oralarda bir vakit namazı, bir Cuma namazı kılmaya kalksanız derman olacak cami için kilometrelerce yol yürümeniz gerekecek belki de, hemen kenarında kurulu mütevazı, gönlü geniş insanların yerleştiği semtlere giderek bir cami bulacaksınız.
Ne zaman yurt dışında bir ülkede Türkiye’nin bir cami yaptırmak için kampanya düzenlediğini duysam içim sızlar ve önce bu camilerden, ezanlardan nasipsiz semtlere cami yapılmasını dilerim.
Osmanlı’nın mahalle kurma anlayışında medrese (okul), cami, dispanser (sağlık ocağı), aş evi ve mezarlık her mahallede varken ya da bir Hıristiyan memleketinde kilise, okul, hastanenin kolay ulaşacak bir şekilde yapılandırıldığı bir gerçektir.
Ne yazık ki her biri adeta koca bir mahalle olan 5 -10 devasa kuleden oluşmuş binaların yer aldığı sitelerde okul bulmak bile zordur.Camisiz, ezansız sitelerde yaşayanlara da şaşıyorum ve soruyorum. Bir gün musalla taşına oturacağınız camilerden kaçmakla dininizi inkâr etmek arasında ne fark vardır.
Bir vesile ile İstanbul’da nasipsiz semtlerinden birinde doğup yetişmiş bir doktor ile tanışmıştım. Konu nasıl olduysa camilere geldi. . Bana “oturduğumuz yerden gerçekten ezan sesi duyulmazdı. Din, ezan, cami, kilise, imam, cemaat, müezzin, şadırvan, minare duymadığımız kavramlardı. Büyüdükçe, insanların arasında bulundukça ve hatta üniversiteye gidene kadar bu kavramlar benim rahatsız olduğum anlamlar çağrıştırıyordu. Ben bunlarla ne çocukluğumu ne de gençliğimi yaşadım. Bunlar benim için hayatta hiç yoktu. Üniversitede bir arkadaşım sayesinde dinimi öğrenmiştim” demişti.
Nasipsiz semtlerde yaşayanlar bir gün bu gerçeği gördüklerinde iş işten geçmiş olacaktır.
Başta büyükler ve çocuklar, minaresiz ve ezansız semtlerde doğan ezan sesinden mahrum ezanın ihtar edici, terbiyevi, davetkâr, dinlendirici, düşündürücü, huzur verici manasından mahrum olmamalıdır. Buradakilere de beş vakit ezanın dalga dalga ruhu inletmesini yaşatmalıdır. Bu tür semtlerde ezansız oruçlar açılmasın, cumalar ve bayram namazları takvimlerden takip edilmesin. Ölenlerin ardından okunan salalara alışsınlar.
Diyanetten bu yönde seferberlik istiyorum.
***
(*) Ezansız semtlerde yetişen çocukların ruh hallerini ve dini hayatta yaşayacakları sarsıntıları en güzel şekilde Yahya Kemal Beyatlı dile getirmiştir. İşte onun Yahya Kemal Beyatlı’nın 1922 yılında Tevhidi Efkar gazetesinde yayınlanmış olan o meşhur EZANSIZ SEMTLER” yazısı.
“Kendi kendime diyorum ki: Şişli, Kadıköy, Moda gibi semtlerde doğan, büyüyen, oynayan Türk çocukları milliyetlerinden tam bir derecede nasip alabiliyorlar mı? O semtlerdeki minareler görülmez, ezanlar işitilmez, Ramazan ve Kandil günleri hissedilmez. Çocuklar Müslümanlığın çocukluk rüyasını nasıl görürler.
İşte bu rüya, çocukluk dediğimiz bu Müslüman rüyasıdır ki bizi henüz bir millet halinde tutuyor. Bugünkü Türk babaları havası ve toprağı Müslümanlık rüyası ile dolu semtlerde doğdular, doğarken kulaklarına ezan okundu. Evlerinin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler, mübarek günlerin akşamları bir minderin köşesinden okunan Kur’an'ın sesini işittiler; bir raf üzerinde duran Kitabullah'ı indirdiler, küçücük elleriyle açtılar, gülyağı gibi bir ruh olan sarı sahifelerini kokladılar. İlk ders olarak besmeleyi öğrendiler; kandil günlerinin kandilleri yanarken, Ramazanların, bayramların topları atılırken sevindiler. Bayram namazlarına babalarının yanında gittiler, camiler içinde şafak sökerken Tekbirleri dinlediler, dinin böyle bir merhalesinden geçtiler, hayata girdiler. Türk oldular.
Bugünün çocukları büyük bir ekseriyetler yine Müslüman semtlerde doğuyorlar, büyüyorlar, eskisi kadar derin bir tahassüs ile değilse bile yine Müslümanlığı hissediyorlar. Fakat fazla medenileşen üst tabakanın çocukları ezansız semtlerde, yani alafranga terbiye ile yetişirken, Türk çocukluğunun en güzel rüyasını göremiyorlar. Bu çocukların sütü çok temiz, hilkatleri çok metin olmalı ki ileride alafranga hayat Türklüğü büsbütün sardıktan sonra milliyetlerine bağlı kalabilsinler, yoksa ne muhit, ne yaşayış, ne semt hiçbir şey bu yavrulara Türklüğü hissettiremez.
Ah! Büyük cedlerimiz! Onlar da Galata, Beyoğlu gibi Frenk semtlerine yerleşirlerdi, fakat yerleştikleri mahallede Müslümanlığın nuru belirir, beş vakitte ezan işitilir, asmalı minare, gölgeli mescid peyda olur; sokak köşesinde bir türbenin kandili uyanır, hasılı o toproğın o köşesi imana gelirdi. Beyoğlunu ve Galatayı saran yeni yapıların yığını arasında o mescidlerden, o türbelerden bir ikisi kaldı da gördük ki cedlerimiz kefere frenk mahallelerinin toprağına böyle nüfuz ederlerdi. Biz bugünün Türkleri bilakis Şişli, Nişantaşı, Kadıköy, Moda gibi küçücük bir şehri andıran yerlere yerleştik, fakat o yerler Müslüman ruhundan ari, çorak ve kurudur. (…)
Eski Türklerin ruhları ile yeni Türklerin ruhları arasındaki farkı anlamak isterseniz, bu son asırda peyda olan semtlerle, İstanbul içlerini mukayese ediniz. Medenileştikçe Müslümanlıktan çıktığımızı tabi ve hoş gören eblehler uzağa değil, Balkan Devletlerinin şehirlerine kadar gitsinler. Görürler ki baştan başa yenilşen o şehirlerin her tarafında çan kuleleri yükselir. Pazar ve yortu günleri çan sesleri işitilir. Manzara halkın dinini ve milliyetini hatırlatır. O şehirler bizim yeni semtlerimiz gibi milli ruhtan ari değildirler. (…)
Dört sene evvel büyük adada oturuyordum, bayramda bayram namazına gitmeye niyetlendim, fakat frenk hayatının gecesinde sabah namazına kalkılır mı? Sabah erkenden uyanamamak korkusu ile o gece hiç uyumadım. Vakit gelince abdest aldım, Büyükada'nın mahalle içindeki sakit (sessiz) yollarından kendi başıma Camiye doğru gittim. Vaiz kürsüde va'az ediyordu. Ben kapıdan girince bütün cemaatın gözleri bana çevrildi. Beni daha doğrusu bizim nesilden birini, camide gördüklerine şaşıyorlardı. Orada o saatte toplanan Ümmet-i Muhammed, içine bir yabancının geldiğini zannediyordu. Ben içim hüzünle dolu yavaş yavaş gittim. Vaazı diz çöküp dinleyen iki hamalın arasına oturdum. Kardeşlerim Müslümanlar bütün cemaatin arasında yalnız benim vücudumu hissediyorlardı. Ben de onların nazarlarını hissediyordum. Vaazdan sonra namazda ve hutbede onların içine karışıp Muhammed sesi kulağıma geldiği zaman gözlerim yaşla doldu. Onlarla kendimi yek-dil, yek-vücut olarak gördüm. O sabah o Müslümanlığa az aşina Büyükada'nın o küçücük camii içinde, şafakta aynı milletin ruhlu bir cemaati idik. (…)
Biz ki minareler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyüdük. O mübarek muhitten çok sonra ayrıldık. Biz böyle bir Sabah Namazında anne millete dönebiliriz. Fakat minaresiz ve ezansız semtlerde doğan, Frenk terbiyesiyle yetişen Türk çocukları dönecekleri yeri HATIRLAYAMAYACAKLAR! (1) Yahya Kemal, Aziz İstanbul, İst. 1974 S:121-124)
EROL KARA - @Dinierk için yazdı
Dört sene evvel büyük adada oturuyordum, bayramda bayram namazına gitmeye niyetlendim, fakat frenk hayatının gecesinde sabah namazına kalkılır mı? Sabah erkenden uyanamamak korkusu ile o gece hiç uyumadım. Vakit gelince abdest aldım, Büyükada'nın mahalle içindeki sakit (sessiz) yollarından kendi başıma Camiye doğru gittim. Vaiz kürsüde va'az ediyordu. Ben kapıdan girince bütün cemaatın gözleri bana çevrildi. Beni daha doğrusu bizim nesilden birini, camide gördüklerine şaşıyorlardı. Orada o saatte toplanan Ümmet-i Muhammed, içine bir yabancının geldiğini zannediyordu. Ben içim hüzünle dolu yavaş yavaş gittim. Vaazı diz çöküp dinleyen iki hamalın arasına oturdum. Kardeşlerim Müslümanlar bütün cemaatin arasında yalnız benim vücudumu hissediyorlardı. Ben de onların nazarlarını hissediyordum. Vaazdan sonra namazda ve hutbede onların içine karışıp Muhammed sesi kulağıma geldiği zaman gözlerim yaşla doldu. Onlarla kendimi yek-dil, yek-vücut olarak gördüm. O sabah o Müslümanlığa az aşina Büyükada'nın o küçücük camii içinde, şafakta aynı milletin ruhlu bir cemaati idik. (…)
Biz ki minareler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyüdük. O mübarek muhitten çok sonra ayrıldık. Biz böyle bir Sabah Namazında anne millete dönebiliriz. Fakat minaresiz ve ezansız semtlerde doğan, Frenk terbiyesiyle yetişen Türk çocukları dönecekleri yeri HATIRLAYAMAYACAKLAR! (1) Yahya Kemal, Aziz İstanbul, İst. 1974 S:121-124)
EROL KARA - @Dinierk için yazdı
Hoş geldiniz. Fikirlerinizi paylaşmanızdan mutluluk duyarız